28 Mayıs 2015 Perşembe

Gezi ve Kitaplar

Hiçbir yere benzemeyen bu ülkenin yakın tarihindeki en büyük sürprizdi Gezi.
Bir başka sürpriz de kitapların hiç olmadığı kadar göz önünde olmasıydı.
Gezi deyince aklımızda bu fotoğraflar da kaldı...




 
 
 















Gezi'yi anlatan kitaplardan iki favorim:
Müge İplikçi'nin Gezi Parkındaki gençlerle yaptığı söyleşiler "Biz Orada Mutluyduk" (Doğan Kitap).



Gazeteci Gözüyle Direniş: 21 Foto Muhabirinden Gezi Fotoğrafları
(Kırmızı Kedi).






20 Mayıs 2015 Çarşamba

2015 Man Booker Ödülü Laszlo Krasznahorkai'nin


2015 Man Booker Ödülünü, Macar edebiyatının yaşayan en büyük yazarı kabul edilen László Krasznahorkai kazandı. The Guardian haberi verirken Man Booker gibi uluslararası ödüllerin en büyük yararının, nispeten az bilinen yazarları yeni okurlarla tanıştırması olduğunu yazmış. Türkçe'de iki kitabı bulunan ve her ikisi de Can Yayınları tarafından yayımlanan yazarı keşfetmek için iyi bir fırsat.

Kendisinin kitaplarını okumamış okurlar için bir tavsiyesi var. Eski bir söyleşisinde şöyle demiş Krasznahorkai:  “Eğer kitaplarımı hiç okumamış okurlar varsa, onlara okuyacakları bir şey öneremem; bunun yerine dışarı çıkıp, bir yerlerde, belki bir derenin kıyısında hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden taş gibi sessiz oturmalarını öneririm. Eninde sonunda benim kitaplarımı okumuş birine rastlayacaklardır. ”

Dere bulup oturmak bu devirde bizim memlekette  biraz zor olduğu için bence yayımlanmış iki kitabıyla başlayabiliriz keşfetmeye. İyi okumalar.





18 Mayıs 2015 Pazartesi

Julian Barnes: Yeniden ve Daima

Julian Barnes'ın yeni yayımlanan tüm kitaplarından sonra aynı şey oluyor: Hemen, hiç vakit geçirmeden alıp okuma isteği duyuyorum. Ne yazdığı önemli değil; roman da olabilir, deneme de, hikaye de, yeter ki yazsın.
O benim için çağdaş edebiyatın en güçlü kalemlerinden biri. Kelimeleri çok özenle seçiyor, çok güzel bir araya getiriyor, çok güzel anlatıyor... Hiçbir şey fazla değil gibi onun yazılarında, her şey olması gerektiği kadar. Böylece, hikayenin duygusu da farketmeden içinize işleyiveriyor.  Denemelerinin tadı ise bambaşka, samimi, komik, ufuk açıcı... Sanki karşınızda saatlerce konuşsa, ne anlatırsa anlatsın hep dinleyebileceğiniz biri gibi.  

 Man Booker Ödülü aldığı son romanı "Sense of An Ending" (Bir Son Duygusu, Ayrıntı Y. Çev: Serdar Rifat Kırkoğlu) ve son denemeleri "Levels of Life"ın ( Hayat Düzeyleri, Ayrıntı Y. Çev: Serdar Rifat Kırkoğlu) ardından arayı açmadan bu kez yine bir deneme kitabıyla karşımızda Barnes:  "Keeping An Eye Open."
Daha önce pek çok kitabında ünlü ressamların tablolarına değinmiş olsa da Barnes ilk kez resim sanatı üzerine böylesine kapsamlı bir çalışma sunuyor bize ve kendi deyimiyle "50 yıldır resme bakan bir meraklının biriktirdiklerini" paylaşıyor.

Gustave Moreau Müzesi - Paris
BBC'deki röportajında çocukluğunda görsel sanatlara özel bir ilgisi olmadığını, ara sıra zorla ailesiyle resim galerilerine gittiğini anlatan Barnes'ın hayatı Paris'te öğrencilik yıllarında tesadüfen uğradığı Fransız sembolist ressam Gustave Moreau'nun müzesinde değişmiş. Orada başına geleni öyle samimi anlatıyor ki siz de sanki onun yaşadığı "aydınlanmayı" hissediyorsunuz. "Daha önce hiç Moreau resmi görmemiştim ve onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum" diyor Barnes, "Resimlerinden ne anlam çıkarmam gerektiğinden de emin değildim. Belki de bu gizem çekti beni, ya da Moreau'ya hayran oldum çünkü kimse olmamı söylememişti. Ama ilk kez bilinçli olarak resimlere bakmaya başlamam kesinlikle burada oldu."
Gustave Moreau - Şair
Kitap, genç bir insanın sadece ve sessizce resimlere bakarak büyümesinin hikayesi gibi: "Braque'ın dediği gibi, ideal durum bir resmin önünde hiçbir şey söylemeden durmamızdır" diyor Barnes. "Oysa biz bunu gerçekleştirmekten çok uzağız. Olayları anlatmayı seven, düşünceleri olan, tartışan  uslanmaz birer sözel yaratığız." Bir resmin önünde yarım saat, bir saat sessizce oturabildiğini anlatan Barnes, resimlerle ilgili hiçbir yazıyı da okumuyormuş, sadece kendisine hissettirdiklerini düşünüyormuş... 
Kitapta resim sanatında ismini duyduğunuz herkes ve daha fazlası var: Barnes bazen etkilendiği bir resmi anlatırken edebiyata uzanıyor, bazen ressam - doğa ilişkisini irdeliyor, iç mekan ve dış mekan ressamlarını tatlı tatlı anlatıyor, bazen de isimsiz tablolar üzerine, benim şimdiye kadar hiç aklıma bile gelmeyen yorumlarda bulunuyor. Okudukça siz de Cezanne'ın elmalarının sadece elma olmadığını, Virgina Woolf'un dediği gibi "baktıkça ağırlaştığını" ya da Manet'nin barında keşfedecek ne çok şey gizlendiğini anlayıveriyorsunuz.
Paul Cezanne - Natürmort, Yedi Elma
Edouard Manet - Folies-Bergere'de Bir Bar














Aceleye getirilmeden, sindire sindire okunacak bir kitap bu. İnşallah diğer kitapları gibi en kısa sürede Türkçe'ye de çevrilir.
 
 
 


12 Mayıs 2015 Salı

12 Eylül'ü Okumak

Siyasetin bolca konuşulduğu bir ailede büyüdüm. Bu nedenle 1970'lerden bu yana Türkiye'nin önemli siyasi olayları yaşanırken tam olarak nerede, ne yaptığımı bile hatırlarım çoğu zaman. Mesela 1 Şubat 1979'da giyinmiş, bir "ev gezmesi"ne çıkmak üzereyken televizyonda akşam haberlerinde Abdi İpekçi'nin vurulduğunu öğrendiğimde, oturma odasında sırtım duvara dönük ayakta duruyordum. Çok iyi hatırlıyorum çünkü annemle babam televizyonun karşısındaki koltuğa oturup kalmış şaşkınlıkla siyah beyaz ekrana bakıyordu. Ya da cinayeti işleyen Mehmet Ali Ağca 25 Haziran 1979'da yakalandığında da nerede olduğumu hatırlıyorum: Kuşadası'nda çok sevdiğim bir otelde  kahvaltı masasında.



Fotoğraf - Kadir Can
Hatırlıyorum çünkü Türkiye'yle ilgili her şey bolca ve son derece doğal bir şekilde konuşulurdu aramızda. Bir insanın büyürken hafızasında kalan bu kısa anlarla ne yapacağı, bu anlık görüntüleri ekleye ekleye nereye varacağı o gün bilinmese de, siyasi kimlik böyle oluşuyormuş sanırım. Çok sonra anladım. 

Fotoğraf: Kadir Can
12 Eylül'de 11 yaşındaydım. Bir cuma sabahıydı. Gün televizyon başında başladı ama sokağa çıkma yasağı nedeniyle annemle babam işe gidemediği için bir pazar günü gibi devam etti benim için; bahçede oyun oynayarak geçti.
O gün çabuk geçti ama ilk kez ekranda gördüğüm o adam evimizden uzun yıllar hiç çıkmadı. O dönemle ilgili resimler değil sadece hatırladıklarım. Yıllar geçtikçe 12 Eylül dönemine ait duygularımı, düşüncelerimi de çok net hatırlamaya başladım: 80 Anayasası oylanırken zarfların oylar görünecek şekilde incecik basılmasına inanamamıştım mesela, çok öfkelenmiştim çocuk aklımla.

Ya da 1987'de Avrupa'daki Türk imamlarının maaşlarının Suudi Arabistan merkezli Rabıta örgütü tarafından ödendiği ortaya çıktığında, bu kararnameyi imzalayan Kenan Evren'in kendini savunmak için televizyonda saatlerce konuştuğu gece, salonda turuncu halı üzerinde otururken, bu kadar 'komik' bir başka savunma olamayacağını düşünmüştüm. O gün yaptığı konuşma, puan verip aralarında yarıştırdığım tüm Evren konuşmaları içinde favorim olmuştu bir anda.

Bugün devlet töreniyle cenazesi kaldırılan Kenan Evren ve 12 Eylül dönemiyle ilgili bence en samimi ve gerçekçi tanımlamayı Murat Belge yapmış Tuba Çandar'la söyleşisinde. Aydın olarak o dönem 12 Eylül'ün gelişini göremediklerini anlatırken Belge şöyle der Evren için: "...O gün gördüğümüz Türkiye'nin 12 Eylül ve Kenan Evren'i hak edecek kadar müptezel olduğunu düşünmüyorduk. Sanki biraz daha iler tutar tarafı olan bir toplumdu. Dolayısıyla da Kenan Evren kadar ortalama bir kişilikle toplumu ezmeyi başaracak bir darbe tahayyül edemiyorduk yani. Daha satanik, daha diyabolik, zeki bir şey olur diye bekliyorduk. Halbuki lazım değilmiş Türkiye'ye, onlar daha iyi biliyorlar neyin lazım olduğunu." (Murat Belge, Bir Hayat - Tuba Çandar, Doğan Kitap).


12 Eylül dönemini ilk gençlik yıllarımda bana en iyi anlatan kitaplardan bir Hasan Cemal'in "Tank Sesiyle Uyanmak" kitabı olmuştu. Bazen alaya alan bir dille, bazen tanıklıkların ağırlığıyla sakince anlatır o dönemi Hasan Cemal. Onun bu anlatımıyla aslında o dönemde yaşanan her şeyin ne kadar absürd olduğunu, sanki sürreal bir Bunuel filmi gibi göründüğünü, bugün kitabı yeniden karıştırınca, uzaktan bakarken çok net görürsünüz  ama kayıpları geri getiremez, yaralı yürekleri iyileştiremezsiniz maalesef.

Başka 12 Eylül okumaları için aklıma ilk gelenler: Uğur Mumcu'nun "12 Eylül Adaleti" (UM:AG Araştırmacı Gacetecilik Vakfı Y.), Mehmet Ali Birand'ın "12 Eylül Saat 04.00"ü, Oral Çalışlar'ın "Liderler Hapishanesi" (Everest Y.)


Daha yeniler arasında ise Haşim Akman'ın "30 Yıldır 12 Eylül - Yaşayanlar Anlatıyor" (Doğan Kitap) ve Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı'nın hazırladığı "Keşke Bir Öpüp Koklasaydım" (Ayrıntı Y.) kitapları.

Benim yeniler arasında iki de favorim var: 12 Eylül'ün öncesi ve sonrasını da kapsayacak şekilde, Türkiye'nin son 50 yıllık tarihini daha geniş bir perspektiften bakarak anlatan Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın'ın "1960'tan Günümüze Türkiye Tarihi" (İletişim Y.) kitabı ve 12 Eylül'e giden süreci inanılmaz fotoğraflarla anlatan foto muhabiri Kadir Can'ın "12 Eylül 1980 Akıl Tutulması" (Boyut Y.)

 
12 Eylül döneminde yasaklanan kitaplar var tabii, uzun bir liste. Onlar da bir başka yazı konusu olur artık.


8 Mayıs 2015 Cuma

cummings olmak

e.e.cummings deyince akan sular durur benim için.
Dünyanın enteresan bir yer olduğunu farketmeye başladığım ortaokul yıllarında tanışmıştım kendisiyle ve 'bu iyi bir şey mi' hala sorarım kendime. O benim için, yeni yeni hakim olmaya başladığım bir dilde sözcükleri daha önce hiç görmediğim şekilde kullanan, satırlar arasında istediği gibi koşup oynayan, büyük harfleri sevmeyen, hele o küçük i ile harikalar yaratan, oyunbaz bir adamdı. Şiiri sadece yapısıyla değil duygusuyla da beni şaşırtır, onun şiirlerini her okuyuşumda (bugün bile) hep bir tebessüm gelip yerleşirdi yüzüme. Yıllar geçti ama Bay Cummings'e olan hayranlığım hiç geçmedi. Onun hayatıyla ilgili bu heyecan verici kitaba rastlayınca da kendime o yaşlarda ne kadar doğru bir arkadaş seçtiğimi daha iyi anladım.
Kitap tıpkı onun şiirleri gibi; sıcak, samimi, renkli, üstelik resimli!
İsmi de onun kelimeleri sanki: Enormous Smallness: A  Story of E.E. Cummings, Brooklyn'li şair Matthew Burgess'in Cummings'in hayatını Kris Di Giacomo'nun çizimleriyle anlattığı bir güzelleme adeta. Kitabın ismi, küçücük bir kelimesi bile muazzam bir anlam taşıyan şiirlerini çağrıştırıyor.

Üstelik resme büyük ilgisi olan ve bir zamanlar kendini "resimlerin yazarı, sözcüklerin tasarımcısı" olarak tanımlayan birinin hayat hikayesini anlatmak için de ideal bir araç


.
Hikaye Cummings'in e.e. olarak bilindiği ve hayatının son dört yılını geçirdiği New York'taki evinde başlıyor ama Burgess çok uzatmadan okuru geriye götürüyor ve küçük Estlin'le tanıştırarak biyografik bir dedektif hikayesinin içine sokuyor. 
















Edward Estlin'in nasıl e.e. olduğunu, Cambridge'den Manhattan'a niçin gittiğini ve fillerin, ağaçların, kuşların  onun için anlamını, hayatı boyunca nasıl kendisine eşlik ettiğini anlatıyor.








Genç Estlin'in ilk şiirinin henüz üç yaşındayken ağzından çıkıverdiğini öğreniyorsunuz mesela.           








11 yaşındayken içindeki cevheri farkeden öğretmeni onu yazması için yüreklendiriyor ve Estlin, 'kendine dürüst olduğun sürece her şeyin mümkün olduğunu, dünya alem 'dur' dese de asla vazgeçmemesi gerektiğini' öğreniyor.




Ona destek olan sadece öğretmeni olmuyor: Annesi,  doğaçlama okuduğu şiirleri "Estlin'in Orijinal Şiirleri" başlığıyla küçük bir kitapta topluyor, babası yerde dizlerinin üzerinde, oğlunun ilham perisi güçlü fili canlandırarak onun oyunlarına eşlik ediyor, amcası ise şiirin nasıl yazıldığını anlatan bir kitap hediye ediyor ve Estlin bu itici güçle Harvard'a kadar gidiyor.


   



Orada John Keats'in kelimeleriyle tanışan şairimiz için bu, yaratıcılığını ve cesaretini güçlendiren bir buluşma oluyor. 

Mezuniyetten sonra New York'a yerleşen, aşık olan, hayatı fazla normal yaşayan Estlin, 1. Dünya Savaşı başladığında kendini bambaşka bir yerde buluyor. Fransa'da gönüllü ambulans şoförlüğü yaparken casus suçlamasıyla yanlışlıkla aylarca hapis yatıyor.

Savaştan sonra yaşadıklarını "The Enormous Room" adlı kitabında anlatan Edward Estlin Cummings, bu kitapla birlikte e.e. cummings olarak yeniden doğuyor.




Cummings bir yıl sonra da ilk şiir kitabı Tulips and Chimneys'i (Laleler ve Bacalar) yayınlıyor. 











Ben de sevdiğim e.e.cummings şiirlerini ekleyeyim buraya dedim ama seçemedim tabii en çok hangilerini sevdiğimi. 'En çok sevilen' olamıyor onun şiirlerinde. Ben de mecburen ilk aklıma gelenleri ekledim sadece: Woody Allen'ın "Hannah ve Kızkardeşleri" filminde aniden karşınıza çıkan şiiri bunların ilki. Diğerleri ise lazım olunca kullandığım gizli reçetelerim...



somewhere i have never travelled, gladly beyond

somewhere i have never travelled, gladly beyond
any experience,your eyes have their silence:
in your most frail gesture are things which enclose me,
or which i cannot touch because they are too near

your slightest look easily will unclose me
though i have closed myself as fingers,
you open always petal by petal myself as Spring opens
(touching skilfully,mysteriously)her first rose

or if your wish be to close me, i and
my life will shut very beautifully ,suddenly,
as when the heart of this flower imagines
the snow carefully everywhere descending;

nothing which we are to perceive in this world equals
the power of your intense fragility:whose texture
compels me with the color of its countries,
rendering death and forever with each breathing

(i do not know what it is about you that closes
and opens;only something in me understands
the voice of your eyes is deeper than all roses)
nobody,not even the rain,has such small hands


Let's live Suddenly Without Thinking 

let’s live suddenly without thinking

under honest trees,
                        a stream
does.the brain of cleverly-crinkling
-water pursues the angry dream
of the shore. By midnight,
                                a moon
scratches the skin of the organised hills

an edged nothing begins to prune

let’s live like the light that kills
and let’s as silence,
                            because Whirl’s after all:
(after me)love,and after you.
I occasionally feel vague how
vague idon’t know tenuous Now-
spears and The Then-arrows making do
our mouths something red,something tall

 
Who Knows If The Moons

who knows if the moon’s
a baloon,coming out of a keen city
in the sky—filled with pretty people?
(and if you and i should

get into it,if they
should take me and take you into their baloon,
why then
we’d go up higher with all the pretty people

than houses and steeples and clouds:
go sailing
away and away sailing into a keen
city which nobody’s ever visited,where


always
            it’s
                   Spring)and everyone’s
in love and flowers pick themselves.

I Like My Body When It's With Your

i like my body when it is with your
body. It is so quite new a thing.
Muscles better and nerves more.
i like your body.  i like what it does,
i like its hows.  i like to feel the spine
of your body and its bones,and the trembling
-firm-smooth ness and which i will
again and again and again
kiss, i like kissing this and that of you,
i like, slowly stroking the,shocking fuzz
of your electric furr,and what-is-it comes
over parting flesh….And eyes big love-crumbs,

and possibly i like the thrill

of under me you so quite new

-------


Meraklısına, Susan Cheever'ın Cummings biyografisini de şiddetle öneririm.



7 Mayıs 2015 Perşembe

Gece Yürüyenler


Başlığım hafiften “Game of Thrones” çağrışımı yapsa da yeni keşfim bir roman değil. Yazar, öğretim üyesi Matthew Beaumont’un son kitabı Nightwalking: A Nocturnal History of London” son zamanlarda konusuyla beni heyecanlandıran  kurmaca-dışı çalışmalardan biri. Londra’yı gece keşfetmeyi seven şairler, yazarlar, düşünürlerle ilgili kapsamlı bir araştırma yapan Beaumont, hem bu ünlü isimlerin sırlarını paylaşmış bizimle hem de 14. yüzyıldan Sanayi Devrimi’ne kadar yarım asır boyunca Londra’daki toplumsal değişimin izlerini sokaklarda aramış, şehrin alternatif tarihini yazmış.
----

“Şehirler, kediler gibidir, kendilerini gece ele verirler” demiş şair Rupert Brooke. Güneş battıktan sonra bambaşka bir kimliğe bürünen şehirlerin özellikle de büyük şehirlerin sırları da gece görünür çoğu kez. Hatta tuhaf bir çekiciliği vardır karanlığın.
University College London’da İngiliz Dili Bölümü’nde uzman eğitmen olarak görev yapan Beaumont da işte bu çekiciliğe kapılıp hava kararınca kendini sokağa vuran Londralı yazarları takip etmiş uzun bir süre. Kitapta kimler yok ki: İngiliz edebiyatının babası Geoffrey Chaucer’a kadar uzanan – ki bu 14.yüzyılın ikinci yarısı oluyor - anlatıda Shakespeare’i de bulabilirsiniz, William Blake’i de. Birden karşınıza Thomas de Quincey de çıkarsa şaşırmayın ama tabiî kitabın yıldızı, iflah olmaz uykusuz “gece yürüyenlerin şahı” Charles Dickens…
Bu huzursuz ruhlar, bazen uykuyu yakalamak, bazen yeni bir konu arayışıyla, çoğu kez de kendilerini bulmak için arşınlamışlar Londra sokaklarını ve “gece yürüyenler”in her biri, şehrin unutulmuş ya da göz ardı edilmiş gerçeklerini en cüretkar şekilde açığa çıkaran rehberler olmuş. Her bir yürüyüşle şehir, toplumda görülen derin ayrılıkların sürekli mücadele ettiği bir sahne olarak çıkıyor karşınıza: İşle zevki buluşturan da sokak olmuş, varlıklıyla çaresizi karşılaştıran da.
BBC radyodaki röportajında gece yürüyen birinin daha önce hiç fark etmediği ayrıntıları yakalayabildiğine dikkat çeken Beaumont, metinlere yansıyan ortak konunun şehrin yoksul ve çaresizleri olduğunu, gece karanlığında bu insanların topluma dair bize bambaşka şeyler söylediğini anlatıyor. Şehrin gece cinsiyet ayrımını, sınıf kutuplaşmasını da gözler önüne serdiğini söyleyen yazar, “Özellikle gece hayatının yavaş yavaş başladığı 18. yüzyılda, sosyal farklılıklar bu ölü saatlerde çok net görülüyordu” diyor: "Kumardan ya da balodan dönen aristokratlar 24 saat yaşamın başladığı sokaklarda yoksullarla, fahişelerle bu sokaklarda karşılaşıyordu.  Onlar sabaha karşı yataklarına girerken, işçiler fabrikada çalışmak için sokağa çıkıyordu. İki sınıfın ilk karşılaşması bu saatlerde oluyordu."

Kitaptaki yazarların hepsi şahane isimler olduğu için, sadece sosyolojik gözlemler değil, onlarla ilgili ufak dedikodular da itiraf etmeliyim ki, çok çekici. Dickens’ın kapıyı çekip gitmesi karısından uzak kalmak içinmiş meğer. Boşanma arifesinde araları bozukken başını dinlemek için uzun yürüyüşlere çıkarmış Dickens. Sonrasını biliyoruz zaten: İki Şehrin Hikayesi ya da Büyük Umutlar olabilir mesela. Kitabı okurken, karakter ustası bu ünlü gözlemcinin sokaktan nasıl beslendiğini de görüyorsunuz. William Blake’in şehrin kalbindeki karanlığı nasıl dile getirdiğini ya da afyon bağımlısı de Quincey’in kendini kaybedişlerini daha iyi anlıyorsunuz.  
Kitap Türkçe’ye çevrilir mi bilmem ama benzer bir çalışma keşke bizim edebiyat dünyamızda da yapılsa. Kim bilir neler çıkar İstanbul sokaklarından…

Yazarla röportajı dinlemek için:  http://www.historyextra.com/podcast/victorians/amazing-inventions-and-london-after-dark?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+HistoryExtraPodcast+%28History+Extra+podcast%29&utm_content=FeedBurner

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Galeano'ya Gecikmiş Bir Veda

Eduardo Galeano'nun ölümüne inanmak istemeyenlerdenseniz bence yapılacak tek bir şey var: Bütün yazdıklarını bulup okumak ya da yeniden okumak ya da en iyisi bundan hayatınızın bundan sonrasında onu okumayı hiç bırakmamak. O da böyle isterdi zaten. Hatırlama takıntısı olduğunu kendisi söyleyip dururdu hep. Okur olarak bizim de yapabileceğimiz tek şey bu artık: Onu hatırlamak için daha çok okumak.
Bu büyük bilgenin evdeki bütün kitaplarını başucuma alalı çok olmuştu ama artık orada kalıcı bir yer açtım hepsine. Ölümünden beri de dönüp dönüp okuyorum. İyi geliyor.

İsmini çok sevdiğim "Kucaklaşmanın Kitabı"nda Galeano o büyülü anlatımıyla okurun ve yazarın işlevini öyle güzel özetlemiş ki buraya almasam yazık olacaktı. Dayanamadım onun ağzından yazdım ben de:

Okurun İşlevi / 1
Lucia Pelaez küçücük bir çocukken yorganının altında gizlice bir roman okumuştu. Geceleri bölük pörçük okudu romanı, yastığının altına saklayarak. Bu kitabı, amcasının gözde kitaplarını koyduğu, sedir ağacından yapılma raftan çalmıştı.
Yıllar yılları kovaladıkça Lucia çok gezdi, uzak yerlere gitti.
Hayaletlerin peşine düşerek Antioquia Irmağının taşlarından geçti ve insanların peşinde, şiddet dolu büyük kentlerin sokaklarını dolaştı.
Lucia çok uzun yollara gitti ve gezilerinde ona her zaman , çocukluğunda gözleriyle duymuş olduğu o ırak seslerin, yankılarının yankıları arkadaşlık etti.
Lucia o romanı bir daha hiç okumadı. Şimdi görse tanıyamaz. bu kitap onun içinde öylesine dal budak saldı ki başka bir şeye dönüştü artık: onun oldu.

Yazarın İşlevi / 2
Resim:Eduardo Galeano
César Vallejo öleli yarım yüzyıl olmuştu; kutlamalar yapılıyordu. İspanya'da Julio Vélez, konuşmalar, seminerler, özel yayınlar düzenlemiş, şairin kendisini, ülkesini ve çağını gösteren bir sergi hazırlamıştı.
Derken Julio Vélez, José Manuel Castanon'la tanıştı ve bu saygı gösterilerinin hepsi önemini yitirir gibi oldu.
José Manuel Castanon, İspanyol İçsavaşına yüzbaşı olarak katılmıştı. Franco'nun saflarında dövüşürken bir elini yitirmiş, bir sürü nişan almıştı.
Savaşın hemen sonrasında yüzbaşının eline, bir raslantıyla,yasak bir kitap geçti. Yüzbaşı kitaba bir göz attı, bir satır okudu, bir satır daha ve kitabı elinden bırakamaz oldu. Yüzbaşı Castanon, zafer kazanmış olan ordunun bu kahramanı, o gece sabaha kadar büyülenmiş gibi oturdu. Ertesi sabah ordudan istifa etti ve Franco hükümetinden bir kuruş daha almamakta direndi.
Sonradan onu hapse attılar, sonra da sürgüne yolladılar.
(Kucaklaşmanın Kitabı - Can Y. Türkçesi: Nihal Yeğinobalı)

İyi okumalar!