17 Mart 2015 Salı

“Hayali insanları, hayali gezegenlere daha farklı nasıl yaşayabileceğimizi öğrenmek için gönderiyorum.”

Pulitzer ödüllü yazar Michael Cunnigham’ın, Ursula Le Guin ile yazı, özgürlükler ve edebi türlerin sınırları üzerine yaptığı söyleşi şahane. Elim deymişken çevireyim dedim.


Michael Cunningham: Yazarlar her zaman, tanım gereği bir tarihi dönem içinde yazarlar; o dönem daha ilerde bir tarihte isimlendirilse de… Viktoryenlerin kendilerini Viktoryen olarak tanımladıklarını düşünmüyorum. Tamam Modernistler kendilerinin modernist olduğunu düşünüyordu ama yine de… Bazen bugün acaba hangi dönemde olduğumuzu merak ederim. Ben şahsen “post modernizm”i pek tatmin edici bulmam. Aklımda bir isim olmasa da – bu konuda tarihe güveniyorum -  bu dönemin en öne çıkan yönünün “genişleme” (broadening) olduğunu düşünüyorum.  Hikayeler anlatmaya kimin yetkili olduğu, hangi hikayelerin anlatılmaya değer olduğu ve hikaye anlatıcıları arasında kimlerin ciddiye alındığı konusunda çok daha geniş bir ortak görüş olması anlamında  “genişleme”yi kullanıyorum. “Genişlemeyi” sadece ırk ve cinsiyet anlamında değil, ama uzun süredir “tür” edebiyatı olarak etiketlenmesi açısından da düşünüyorum. Bugün yazılan en yaratıcı,  derinlikli ve güzel edebiyat eserlerinin bazılarının kitapçılarda “bilim kurgu“ bölümü altında bulunduğu kanısındayım. Bu bölüm muhtemelen, nasıl diyorlar; “ana akım edebiyat” bölümüne göre çok daha harika kitaplara sahip. Bu konudan bahsedebilir misiniz? Edebi türler arasındaki sınırları yıkmak ve genelde Barnes& Noble’ın ön masasında yer alan kitaplar hakkında? Bu özellikle benim için önemli; okurları çoğu zaman “tür” edebiyatı bariyerini aşmaları yönünde ikna etmeye çalışıyorum ama iyi eğitimli, bilgili ağızlardan bile şaşırtıcı derecede sık; “ben bilim kurgu okumam” gibi bir cümle duyuyorum.

Ursula K. Le Guin: Benim daha önce söylediklerimin çoğunu siz de dile getirdiniz. Ve bunların, ünü belli, eserleri bir “tür” içinde olmayan ama yine de edebi kurmaca olarak anılan bir isimden gelmesi beni memnun etti. Tabii bu devam eden bir sorun: “edebiyat “ ile “tür” arasındaki keyfi ayrımın sürmesi, her kurmaca parçanın bir türe veya birçok türe ait olduğunun kabullenilmemesi… 

Bilim kurgu ile gerçekçi kurgu, korku ile fantezi, aşk ile esrar arasında çok sayıda gerçek farklılık var. Onları yazarken, okurken, eleştirirken farklılıklar var. Yaşasın farklılıklar! Onlar her bir türe kendi lezzetini, zevkini veren, okur - ve yazar için özel ilgi yaratan şeyler… Ancak bir türün karakteristik özellikleri, kontrol edildiği, sistematikleştirildiği ve yayıncılar ya da editörler ya da eleştirmenler tarafından ısrarla vurgulandığı zaman imkan yerine engel haline geliyor.
Satılabilirlik, tekrarlanabilirlik, beklenebilirlik kalitenin yerini alıyor.
Edebi bir form, bozuluyor ve bir formül oluyor… “Hack writers” dediğimiz para karşılığı kalitesiz, ucuz romanlar yazanlar zırva bir fabrikanın üretim hattına giriyorlar. Hollywood bu saçmalığı yutup sonra da kusuyor ve ‘tür’, kısa bir süre sonra en küçük ortak paydasıyla değerlendiriliyor. Ve biz de 1940’lardan yüzyıl başına kadar şöyle bir durumla karşı karşıya kalmıştık: ‘Tür’, yararlı bir tanımlayıcı olarak değil olumsuz bir yargı, bir ret olarak algılanmaktaydı.  “Türler” tümden yok sayılmış ve eleştiriyi ve eğitimi elinde tutanlar tarafından sadece gerçekçi kurgu edebiyat olarak tanımlanır olmuştu. Realizm tabii ki de çok muazzam ve harika, çok geniş bir edebi tür ve kurguya 1880’den ve daha öncesinden bu yana hükmediyor. Ancak egemen olmak, üstünlükle aynı şey değil. Fantezi, realizm kadar engin ve daha eski – aslında edebiyatın kendisiyle yaşıt, ancak fantezi elli ya da altmış yıl çocuk yuvasına sürgün edilmişti. 
Bu aralar, bağnaz realistlerin kralı Edmund Wilson’ın “Ohh, o korkunç Orklar!” şeklindeki ciyaklamalarını ve çok zeki ve mantıklı bir noktaya değindiğini düşünmesini hatırlamak hoşuma gidiyor.
Gördüğünüz gibi yıllarca süren tür-karşıtı bağnazlığın bazı yaralarını ve dargınlığını taşıyorum üzerimde. Gerçekçilik, sihirli gerçekçilik, bilim kurgu, farklı türlerde fantezi, tarihi kurgu, gençlik edebiyatı, alegori ve diğer alt türler etrafında özgürce hareket eden benim kendi kurgumun çoğunluğu ‘tür’ tanımına giremiyor ve hepsi ya bilim kurgu çöp sepetine atılıyor ya da çocuk okuması – alt edebiyat olarak etiketleniyor.
Ve etiketler yapışır. Sizin de söylediğiniz gibi birçok insan hala türler konusunda önyargılıdır. Ben hala, nazikçe, çocuklarının benim kitaplarımdan zevk aldığını söyleyen- tabii kendilerinin asla okumadığı annelere ya da o ‘uzay gemisi şeyleri’ni okumadıklarını bildiğimden emin olmak isteyen insanlara rastlıyorum. Hayır, hayır onlar edebiyat okurlar – gerçekçilik; “Yardımcı Kadın” ya da “Grinin Elli Tonu” gibi…
Ancak uzun yıllar çekiçle vurduğum duvarlar şimdi yıkıldı. Onlar artık moloz. Sizin yaşananlarla ilgili kullandığınız “genişleme” kelimesini sevdim. Ben de “post modern”  tanımının gerçekten zayıf bir ifade olduğunu düşünüyorum.  Ama sanırım bugün içinde bulunduğumuz yeni durum ile ilgili bir etiket de istemiyorum. Etiketler kafeslere dönüşüyor. Michael Chabon, Kij Johnson ve David Mitchell ve Jo Walton gibi isimlerin – hepsinden çok, Jose Saramago’nun edebiyat dünyasında vals yaparak güzel hikayelerini kurgulamak için farklı yazın türlerinden parçalar kullanmasını, o dayanılmaz anlatıları için sınıflandırılamayan formlar bulmasını görmeye bayılıyorum.

Jorge Luis Borges ve Italo Calvino gibi büyük gerçeküstücülerin ya da ‘Korkunç Orklar’ın yazarının ve benim Berkeley’den sınıf arkadaşım Philip K. Dick gibi o ‘uzay gemisi şeyleri’nin tuhaf bazı yazarlarının edebi şöhretinin hala yerinde ya da yükselişte olduğunu görmek harika. Yaşasın devrim!

MC: Samuel Delany’nin eseri için “Yeni bir cinsiyet hayal ederek ve ortaya çıkan cinsel eğilim ile hikaye okuyucuların uzaklaştırıcı mesafeyi koruyarak gerçek dünya üzerine düşünmelerini sağlamaktadır” diye yazılmıştı. Söz konusu hikaye “Aye and Gomorrah“ ancak bu Delany’nin diğer çalışmaları için de söylenebilir ve kesinlikle sizin bazı eserleriniz için de; Karanlığın Sol Eli de (Ayrıntı Yayınları – Çev: Ümit Altuğ) buna dahil.
Siz cinsiyeti yeniden hayal ederken kurguda, özel olarak doğruluk iddiasının avantajlarına odaklanma ihtiyacı duymuyorsunuz, tabii ki de bu enteresan olabilirdi.  Eğer isterseniz biraz da yazar kendini “doğal” dünya diyeceğim Dünya’dan, onun olağan düzeninden, geleneğinden, vatandaşlarından soyutladığı zaman karşısına çıkan diğer özgürlüklerden bahsedelim.

UKLG: Sanırım Delaney belki de bilim kurgunun karakteristik davranışı olan Darko Suvin’in “kavramsal yabancılaşma” kavramını kullanıyor: Okura eski dünyaya bakabileceği yeni bir yer veriyor.  Ya da Suvin’in söylediği gibi kendi başının arkasını görebileceği bir ayna.  Stendhal, o aksi realist, romanlarının gerçeği yansıtan “yol kenarındaki ayna” olduğunu söyleyerek övünürdü.  Ancak böyle bir ayna size, dünyayı ya da kendinizi, bilimkurgu gibi, sizin daha önce görmediğiniz bir bakış açısından gösteremez.
Hatırlamamız gereken şey, ayna ne kadar egzotik, fütürist ya da uzaylı görünürse görünsün aslında siz kendi dünyanıza ve kendinize bakıyorsunuzdur. Ciddi bilimkurgu, gerçekçi romanlar kadar -hatta bazen daha fazla- gerçek dünya ve insanlar hakkındadır.
Sonuçta hayal gücü sadece gerçekte yer alabilir ve onu yeniden birleştirir. Biz Tanrı değiliz, bizim kelimelerimiz dünya değil. Ama aklımız, onlarla oynayarak dünya hakkında çok şey öğrenebilir ve hayal gücü kurgu içinde sonsuz bir oyun alanı bulur.
60’larda birçoğumuz için özellikle kadınlar ve eşcinseller için “cinsiyet”in tam olarak neden ibaret olduğunu daha iyi anlama çabası önem kazandı. “O Tarzan, ben Jane“ artık pek yeterli değildi.
Bilimkurgu aynası bana  (ve Theodore Sturgeon, ve Samuel Delaney, Vonda McIntyre, Joanna Russ, ve daha birçoklarına) tüm bu şeye farklı bir açıdan bakabilme imkanı sundu.”Kavramsal yabancılaşma” size yeni kavrayışlar geliştirmenize, daha geniş bir anlayışa sahip olabilmenize yardımcı olabilir. Ve bu da, sizin de belirttiğiniz gibi yazara, istenen özgürlüğü sunar: Benim için, bizim dünyamızdan kaçış ya da serbestlik değildir. Benim dünyam hikayelerimi yaratabileceğim, sahip olduğum tek dünya, insanlarım bildiğim tek insanlar. Ancak dünyalar ve insanlar yaratarak sahip olduklarımızı yeniden birleştirip onlarla oynayabilir, bunun yerine böyle olsa nasıl olurdu diye sorabilirim – Hiç kimsenin tek bir cinsiyeti olmasaydı ne olurdu, Gethen gezegenindeki gibi?  Evlilikler iki kişi ve bir çift yerine, dört kişi ve homoseksüel ve heteroseksüel çiftlerden oluşsaydı, o gezegendeki gibi ne olurdu? Eğer bir dünyada hiç kimse savaş istemiyorsa, o dünyadaki günlük hayat ve insanlar bizimkinden nasıl, ne yönden farklı olurdu?
Benim bilimkurgumun çoğu bu yönden antropolojiktir.  Babam Kaliforniya’nın yerlilerinden, Kaliforniya’da bugünkü yerleşimden çok farklı bir şekilde yaşanacağını öğrenen bir etnologtu.
Ben hayali insanları, hayali gezegenlere, daha farklı nasıl yaşayabileceğimizi öğrenmek için gönderiyorum.  Gezegenimizde giderek artan şekilde yıkıcı ve akılsızca yaşadığımız için de bu bilgiyi edinebilmek için aciliyet de hissediyorum.

MC: Bilimkurgu, spekülatif kurgu ve fantazi arasındaki farklılıklar hala ilginizi çekiyor mu? Geçmişte onlardan bahsettiğiniz söyleşilerinizi okudum ve bu alanda şu anki görüşünüzü öğrenmeyi çok isterim; tabii eğer bu konuda artık özel bir endişeniz yoksa o ayrı…

UKLG: Evet durum tam da bu Michael. Uzun yıllar bu ayrımlarla ilgili tepkimi dile getirme ihtiyacı hissettim – gerçek ve yararlı olanların – değer yargıları olarak kötüye kullanıldıklarını belirttim.  Şimdi onlarla ilgili bu yargılayıcı yaklaşım sona eriyor ve bu harika. Artık endişe etmeme gerek yok.

MC: Ben ‘Beceri İçin Kurgu Okumak’ başlıklı bir lisans dersi veriyorum ve sizin “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” (Gülün Günlüğü, Ayrıntı Y. Çev. Ümit Altuğ) adlı kısa hikayeniz başından beri müfredatta. Bu hikayeyi öğrencilerim ve ben sömestr başlarında “Kurallar” adını verdiğim sınıf toplantısında tartışırız. Sömestr boyunca onlara sürekli hiçbir kuralın olmadığını hatırlatırım; en iyi ihtimalle kurgu yazarları için bazı zamanlarda işe yaradığı anlaşılan birkaç genel prensip vardır; tamam belki bazen de daha fazla işe yararlar. Sizin hikayeniz onlara bir yazarın genel prensiplerden de ne kadar uzaklaşabileceğini ve buna rağmen ne kadar dikkat çekici, sürükleyici ve etkileyici bir hikaye üretebileceğini gösteren bir örnek sunar. Umarım bunu söylemem sizi rahatsız etmez: “Omelas” her dönem her öğrenci için her zaman en popüler hikayelerden biri olmuştur.
Bu hikayenin birçok yönünü tartışırız; Bunlar içinde öne çıkan ise sanırım “yazara özgü iyi davranış” diye adlandıracağım olguyu göz ardı etmesidir. Okura doğrudan sesleniyorsunuz.  Okura hikayenin bir icat olduğunu hatırlatıyor ve yazarın okurları en çok neyin etkileyeceğini bulmaya çalıştığını söylüyorsunuz; – ki bu çabanın gizlendiği varsayılmasına rağmen.  
Siz ana karakterlerden kaçınıyorsunuz ve hikaye gerçek bir ahlaki ikilem sunuyor,  az çok çözümsüz bir ikilem; genelde yazarların görünürde felsefi ve politik olarak en azından nötr olmaları varsayılır. Ya da daha çok yıkıcı şekilde felsefi ve politik olmaları; karakterlerin ve olayların ardındaki düşünceyi saklamak için.
Bu hikayeden bahseder misiniz?  Nasıl oluşturdunuz, geliştirdiniz, bitirdikten sonra Ortodoks geleneklere  karşıtlığına ilişkin endişeleriniz oldu mu?

UKLG: Dürüst olmak gerekirse gelenekler beni, sıradan bir tavşanı ne kadar ilgilendiriyorsa o kadar ilgilendirir. Ben sadece beni istediğim yere götüren kuralları takip ederim. Eğer kural yoksa kendi kurallarımı koyarım (ve onlara sıkıca uyarım).
Eleştirmen ve okur beklentisinin çok dışında olduğunu düşünüp endişe ettiğim iki kitabım, Karanlığın Sol Eli - tamamen yanlış düşünmüşüm, başından itibaren uçtu gitti- ve Lavinia (Metis Y. Çev: Gürol Koca) -Kısmen haklıymışım, ne yapalım, yine de okurlarını bulduğunu düşünüyorum.  Ancak Omelas için endişelendiğimi hatırlamıyorum.
Onu yazarken tüm teamüllere meydan okumaktan,  kendini gizleyen yazarın mezarı üzerinde metakurgusal danslar yapmaktan keyif aldım.  Kitabı o zamanki menejerim,  Kapital’i  Çay Partili kongre üyesine satmış olan Virginia Kidd’e gönderdim. Hemen satışa sundu ve o zamandan beri de sürekli yeni baskıları yapılıyor.
Çok çeşitli alanlarda eğitim veren öğretmenler- edebiyat, felsefe, sosyoloji, ekonomi-  kitabı sohbet açıcı olarak kullanıyor.  Kitap ürkütücü bir ahlaki soru soruyor (William James ve Dostoyevski’nin de sorduğu ve doğrudan toplumumuzla ilgili olan) ve kesin bir yanıt içermiyor.
Bu bazı öğrencileri o kadar öfkelendiriyor, mutsuz ediyor ve tatminsiz bırakıyor ki bundan şikayet etmek istiyorlar ve diğer öğrenciler de onlara açıklamaya başlıyor…
 “Yazara özgü iyi davranış - Writerly good behavior” güzel bir ifade. 1947’de şimdi Harvard’a dahil olan Radcliffe’e girdiğim yılı hatırlatıyor. Kolejin müdürü biz kızlara, zarif yaşamayı öğrenmek için orada olduğumuzu söylemişti.
Evet, ahh. Bir grup, çılgın, kaba, tutkulu, ergen, dişi entelektüel, Harvard’ın sunduğu her şeyi öğrenmeye aç – ve biz orada iyi davranışı mı öğrenecektik? Zarafeti? Nasıl güzel bir masa hazırlanır ve çay servisi yapılır?
Çok şükür Harvard bize süper bir eğitim verdi, bazımıza en azından, ne zaman ve nasıl masayı ve çayı ters çevirebileceğimizi ve nedenini öğrenmeye başlamamız konusunda donanım sağladı.  

MC: Sizinle söyleşi yapan birinin sormasını istediğiniz ama henüz sormadığı bir soru var mı?

UKLG: Birinin bana romanlarımda ve şiirlerimde insanların, insan olmayanların göreceli önemi konusunda bir soru sorduğunu hatırlamıyorum. Örneğin, hayvanların ve ağaçların hikayelerimdeki geniş yeri ile ilgili… Romanlar, insan ilişkilerinden oluşur ama ben çoğu kez bu ilişkileri diğer yaratıkları da, ormanları, ejderhaları ve fareleri de kapsayacak şekilde genişletirim. Benim şiirlerimde bolca jeoloji vardır – kayalar. İnsan odaklı evrenden rahatlıkla uzaklaşabilen biriyim. Belki de ondan kaçmak hoşuma gidiyordur değil mi? Bilemiyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder