
Sanırım bunlar
elimin altında olduğu için aklım bu aralar başka yerde: Tolstoy’un 17
Mart 1847 tarihinde 18 yaşında bir hastane odasında yazmaya başladığı ve
ölümüne kadar aralıklarla karaladığı günlüklerinde, defterlerinde hatta rüyalarında…
Berkeley’de Rus edebiyatı dersi veren Irina Paperno’nun Cornell
Üniversitesi Yayınlarından Ocak 2015’te çıkan “Who, What I am? Tolstoy Tries
to Narrate the Self başlıklı kapsamlı incelemesi, Tolstoy’un kişisel tarihinde
felsefeyle mesaisini anlatıyor ve eğlenceli bir okuma sunuyor.

Tolstoy başlarda
ara verip tekrar tekrar yeniden başladığı günlüklerinde, neden günlük tuttuğunu
ve bu yazdıklarının ne işe yarayacağını da anlatır. “Tolstoy günlükleri
aracılığıyla kişisel gelişimi irdeleyecek, hayatın amacı üzerine düşünecektir.
Günlük belli zaman ve yerde kendi davranışları ile ilgili kuralları da
kapsayacak ve bir başka amacı da kendini ve dünyayı tanımlamak olacaktır” diyen
Paperno, ancak Tolstoy’un bunu nasıl yapacağını bilemediğini anlatır. “Aynaya
bakar, aya ve yıldızlı gökyüzüne bakar ‘Bunu nasıl yazar insan?’ diye sorar. ‘Gidip
mürekkep lekeli masada otuırmalı, elime kağıt, mürekkep almalı, harfleri kağıda
yazmalıyım… Harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturacak; fakat insanın
duygularını aktarmak mümkün müdür?’ Genç günlük yazarı çaresizlik içindedir.”
Kitabın cazibesi,
genç Tolstoy’un Plato’dan Augustine’e Rousseau’dan Sterne’e birçok ismin izinde
kendi varoluşunu sorgulayarak felsefenin en temel sorularına yanıt araması
bizim de bu çok özel yolculuğa tanıklık etmemiz değil sadece. Günlükler dışında
genç yazarın farklı defterlerde topladığı sayısız liste de insanı hayrete
düşürecek kadar ilginç başlık ve içeriklere sahip. Farklı yıllarda farklı
başlıklarla çok sayıda kural belirlemiş Tolstoy kendine: “İsteği Geliştirmek İçin Kurallar (1847),
Yaşam Kuralları (1847), Kurallar (1847 ve 1853), Genel Kurallar (1850), Müzik İçin
Kurallar, “Moskova’da 1 Ocak’a Kadar Kağıt Oynama Kuralları” bunlardan bazıları.
Bunlara ek olarak Tolstoy’un listesinde,
“Tanrı Nedir”, “İnsan Nedir” ve “Tanrı ile İnsan Arasındaki İlişki Nedir”
başlıklı kurallar da bulunuyor tabii ki.
“Anlaşılan ilk
günlüklerde Tolstoy tarih üstünde değil ama kendi ütopyası üstünde çalışıyordu;
kendi kişisel talimatları üstünde…” diye özetler Paperno bu defterlerdeki
dünyayı.
1850’lerden
kalma bir başka defterde “Zayıflıklar Güncesi” ya da Tolstoy’un verdiği isimle
“Franklin Güncesi” yer alır. Bu defterde sayfaları sütunlara bölen Tolstoy her
sütun içine tembellik, yalancılık,
kararsızlık, duygusallık gibi muhtemel zayıflıkları yerleştirip belli bir günde
kendi sergilediği zayıflıkları da çarpı ile işaretlermiş. Benjamin Franklin’in otobiyografisinde
anlattığı bu takip yöntemini uygulamayı seçen Tolstoy, bu notlara harcamalarını da gösteren bir muhasebe dökümünü
de eklemiş.
Tolstoy’un
kitaptan öğrendiğimiz bir başka ilginç defteri de “Günlük Uğraşlar Güncesi” adı
altında zamanı kurcaladığı yazıları. Bu defterdeki notlarıyla Tolstoy’un
amacı harcanan zamanın gerçek hesabını tutmaya çalışmaktır. Her sayfayı iki sütuna böler. Birinde gelecek diğerinde geçmiş yazmaktadır. Birine ertesi gün
yapmayı planladıklarını diğerine ise bir gün önce gerçekleşenlerle ilgili
görüşlerini yazar. En sık yazılan kelime “tam değil” notudur; Tolstoy yapmayı
planladıklarını bir türlü tam anlamıyla tamamlayamadığını düşünmektedir. Bu
sayfalarda şimdiki zamana yer yoktur.
Yıllar içinde bu
iki günceyi birleştiren Tolstoy zaman kavramını sorgulamaktan asla vazgeçmez. Her günün sonunda genç Tolstoy, şimdiki zamanı
geçmişin beklentilerini karşılayamayan bir başarısızlık olarak görür ve kendi mükemmel
insan düşüncesini barındıracak bir yarın umut eder. Paperno Tolstoy için en
büyük zorluğun şimdiki zamanı yakalamak olduğunu anlatır: “Gerçekten de günlüklerde şimdiki zaman ilk
kez yarın olarak yer alır, bir önceki günün içindedir ve fiiller daha çok
mastır halde kullanılır (okumak, yazmak vs.). Günün sonunda Tolstoy günlüğünü
yazarken bugün çoktan geçmiş olmuştur, geçmiş zamanda anlatılır. Günlük
değerlendirmeleri yeni bir yarın hayaliyle sona erer.”
1851 yılında 22
yaşındayken Tolstoy uzun vadeli yeni bir proje üzerinde çalışmaya başlar: Bir
günün tüm olaylarını yazmak – dünün tarihini anlatmak. Günlüğün bir uzantısı olan “Dünün Tarihi” bir
deneye dönüşür: Zaman nedir öyleyse diye sorar Paperno: “ Tolstoy’un ‘Tarih’inde
bir gün sabah başlar, bir önceki akşama doğru hızla ilerler ve tekrar geriye
ilk sabaha doğru gelir. Zaman bir daire yaparak geriye doğru akar. Sonunda
Tolstoy, dünün tarihini değil dünden önceki günün tarihini yazmış olur.”
Paperno,
Tolstoy’un günlüklerinde ve “Dünün Tarihi”nde anlatı deneyleriyle ilerleyerek yepyeni
keşifler yaptığına dikkat çeker: “Bugünün tarihinin olmadığını keşfetmişti. Tecrübelerle
uyumlu kayıtlar olsa da şimdiki zaman yoktu. Tarih dünün tarihiydi. Hatta, bir kişinin geçmişini yazmak ya da
kendi geçmişini anlatmak sadece olayların oluş sırasına göre anlatılmasıyla
değil bambaşka bir alanı da yazmakla olabilirdi: Kişinin iç dünyasını. İç dünyanın
ortaya çıkarılması geçici kırılmaları da beraberinde getirmekteydi. İçeriden bir
bakış açısıyla bir olay ya da bir eylemin ardında eşzamanlı gerçekleşen bir dizi
başka bir süreç vardı. Bu başka bir keşfe yol açtı.”
Paperno
böyle uzun uzun anlatıyor genç Tolstoy’un insan ruhunu keşfedişini, duyguları
nasıl kağıda aktaracağını bilemeyişini, bocamalarını, her şeyi sorgulamasını.
Bize de bu yazılara, notlara, kurallar listesine bakarak ne harika bir sonuç
çıktığını düşünmek kalıyor: "İnsanın duygularını aktarmak mümkün müdür" diye henüz 18 yaşında soran Tolstoy'un her yazdığı bunun nasıl mümkün olabileceğinin bir kanıtı sanki. Anna
Karenina’da Anna’nın Vronski’yle tanıştığı Moskova’dan Petersburg’a dönerken
trende aklını bir türlü toparlayamamasını, cama yapışan karlara bakarak
geçirdiği zamanı Tolstoy’dan başka kim daha güzel anlatabilir gerçekten
bilemiyorum.
Ya da yeni
evli Levin’in mutluluğunu, evliliğe bakışını Tolstoy’dan başka kim bu şekilde
tarif edebilir : “Mutluydu Levin; ama aile hayatına girince, her attığı adımda,
bu mutluluğun kendi hayal ettiği mutluluktan bambaşka olduğunu görüyordu. Her
attığı adımda, durgun bir gölde ufacık bir kayığın düzgün ve mutlu gidişini
hayran hayran seyreden bir adamın, bu kayığa kendi bindikten sonra
duyabileceğine benzer bir duyguya kapılıyordu. Bu kayıktaki yolculuğun öyle
rahat rahat oturup kayığı kendi sürüklenişine bırakmaktan ibaret olmadığını,
insanın, nereye doğru gittiğine dikkat etmesi, bunu bir an bile unutmaması da
gerektiğini; ayaklarının altında su bulunduğunu, alışık olmayan avuçlarının
gerçi kabaracağını, ama yine de kürek çekmesi gerektiğini; bu işin, dışarıdan bakılınca
kolay gözüktüğünü ama yapmaya gelince hem çok tatlı hem de zo olduğunu görüyordu.”
(Anna Karenina Çev: Hasan Ali Yücel.)
Paperno’nun
anlatımıyla kitaptan ayrıntılara ekteki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: http://www.salon.com/2015/01/11/leo_tolstoys_theory_of_everything/
Tolstoy mu Dostoyevski mi? Seçmek zorunda mıyız?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder