29 Mart 2015 Pazar

"Yaşlılığın gelişini seyret"

74 yıl önce dün, 28 Mart 1941 günü Ouse nehrinde kendini sulara bırakarak intihar eden Virginia Woolf,
ölümünden 20 gün önce günlüğüne şunları yazmıştı:

"Hayır içe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James'in dediğini hatırlıyorum: durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğü seyret. Kendi kederini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin. Ya da öyle umuyorum. Bu zamanı en çok yararıma olacak şekilde geçirmeye karar verdim. Pek parlak başarılar bırakacağım ardımda. Bu sanırım içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor; ama tam da öyle değil. Diyelim, Müze'ye bir bilet alsam her gün bisikletle gidip tarih okusam. Diyelim her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam. Bir şeyle uğraşmak çok önemli. Saat  yedi olmuş, bunu fark etmek hoşuma gitti nedense; yemek pişirmeliyim. Mezgit ve sosis. Düşünüyorum da insan 'mezgit ve sosis' diye yazınca mezgitle sosis üzerinde belli bir egemenlik kuruyor."  Virginia Woolf - Bir Yazarın Güncesi Çeviren: Fatih Özgüven İletişim Y.

27 Mart 2015 Cuma

Ben Neyim, Kimim?


Şu sıralar kitapçıların ön masalarında gezinen kitaplar arasında tekrar Tolstoy’u görmek büyük bir keyif. Önce İş Bankası Kültür Yayınları’ndan birkaç yıl önce çıkan Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar”ı göründü tekrar ön raflarda, ardından da edebiyat dünyasında bir fenomen olan George Steiner’in 1960 tarihli kitabı “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” Türkçeye çevrildi. 

Sanırım bunlar elimin altında olduğu için aklım bu aralar başka yerde: Tolstoy’un 17 Mart 1847 tarihinde 18 yaşında bir hastane odasında yazmaya başladığı ve ölümüne kadar aralıklarla karaladığı günlüklerinde, defterlerinde hatta rüyalarında…

Berkeley’de Rus edebiyatı dersi veren Irina Paperno’nun Cornell Üniversitesi Yayınlarından Ocak 2015’te çıkan “Who, What I am? Tolstoy Tries to Narrate the Self başlıklı kapsamlı incelemesi, Tolstoy’un kişisel tarihinde felsefeyle mesaisini anlatıyor ve eğlenceli bir okuma sunuyor.
 
Kazan Üniversitesi’nde öğrenciyken akademik başarısızlıktan okuldan atılmak üzeredir Tolstoy ve dış dünyadan uzakta, hastanede yatarken derin bir keşif için “kendine dönmeye” karar verir. Paperno, önce yazıp sonra üstünü çizdiği ilk sayfada Rousseau’yla yalnızlığın avantajları konusunda tamamen aynı fikirde olduğunu vurgular Tolstoy’un ve bu içe dönüşün ahlaki bir amacı olduğunu söyler: Kaçak hayatına kontrol getirmek. Zamanla genç Tolstoy’un günlüğü bireysel mükemmelliğin bir aracı olarak gördüğünü anlatan Paperno, “Ama sadece bu değildir amacı. Genç Tolstoy için günlük tutmak (göstermeyi umduğum üzere) aynı zamanda bireyin kendi doğasını keşfetmeyi amaçlayan bir deneysel projedir.”

Tolstoy başlarda ara verip tekrar tekrar yeniden başladığı günlüklerinde, neden günlük tuttuğunu ve bu yazdıklarının ne işe yarayacağını da anlatır. “Tolstoy günlükleri aracılığıyla kişisel gelişimi irdeleyecek, hayatın amacı üzerine düşünecektir. Günlük belli zaman ve yerde kendi davranışları ile ilgili kuralları da kapsayacak ve bir başka amacı da kendini ve dünyayı tanımlamak olacaktır” diyen Paperno, ancak Tolstoy’un bunu nasıl yapacağını bilemediğini anlatır. “Aynaya bakar, aya ve yıldızlı gökyüzüne bakar ‘Bunu nasıl yazar insan?’ diye sorar. ‘Gidip mürekkep lekeli masada otuırmalı, elime kağıt, mürekkep almalı, harfleri kağıda yazmalıyım… Harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturacak; fakat insanın duygularını aktarmak mümkün müdür?’ Genç günlük yazarı çaresizlik içindedir.”

Kitabın cazibesi, genç Tolstoy’un Plato’dan Augustine’e Rousseau’dan Sterne’e birçok ismin izinde kendi varoluşunu sorgulayarak felsefenin en temel sorularına yanıt araması bizim de bu çok özel yolculuğa tanıklık etmemiz değil sadece. Günlükler dışında genç yazarın farklı defterlerde topladığı sayısız liste de insanı hayrete düşürecek kadar ilginç başlık ve içeriklere sahip. Farklı yıllarda farklı başlıklarla çok sayıda kural belirlemiş Tolstoy kendine:  “İsteği Geliştirmek İçin Kurallar (1847), Yaşam Kuralları (1847), Kurallar (1847 ve 1853), Genel Kurallar (1850), Müzik İçin Kurallar, “Moskova’da 1 Ocak’a Kadar Kağıt Oynama Kuralları” bunlardan bazıları. Bunlara ek olarak  Tolstoy’un listesinde, “Tanrı Nedir”, “İnsan Nedir” ve “Tanrı ile İnsan Arasındaki İlişki Nedir” başlıklı kurallar da bulunuyor tabii ki.

“Anlaşılan ilk günlüklerde Tolstoy tarih üstünde değil ama kendi ütopyası üstünde çalışıyordu; kendi kişisel talimatları üstünde…” diye özetler Paperno bu defterlerdeki dünyayı.

1850’lerden kalma bir başka defterde “Zayıflıklar Güncesi” ya da Tolstoy’un verdiği isimle “Franklin Güncesi” yer alır. Bu defterde sayfaları sütunlara bölen Tolstoy her sütun içine  tembellik, yalancılık, kararsızlık, duygusallık gibi muhtemel zayıflıkları yerleştirip belli bir günde kendi sergilediği zayıflıkları da çarpı ile işaretlermiş.  Benjamin Franklin’in otobiyografisinde anlattığı bu takip yöntemini uygulamayı seçen Tolstoy, bu notlara harcamalarını da gösteren bir muhasebe dökümünü de eklemiş.

Tolstoy’un kitaptan öğrendiğimiz bir başka ilginç defteri de “Günlük Uğraşlar Güncesi” adı altında zamanı kurcaladığı yazıları. Bu defterdeki notlarıyla Tolstoy’un amacı harcanan zamanın gerçek hesabını tutmaya çalışmaktır. Her sayfayı iki sütuna böler. Birinde gelecek diğerinde geçmiş yazmaktadır. Birine ertesi gün yapmayı planladıklarını diğerine ise bir gün önce gerçekleşenlerle ilgili görüşlerini yazar. En sık yazılan kelime “tam değil” notudur; Tolstoy yapmayı planladıklarını bir türlü tam anlamıyla tamamlayamadığını düşünmektedir. Bu sayfalarda şimdiki zamana yer yoktur.
Yıllar içinde bu iki günceyi birleştiren Tolstoy zaman kavramını sorgulamaktan asla vazgeçmez.  Her günün sonunda genç Tolstoy, şimdiki zamanı geçmişin beklentilerini karşılayamayan bir başarısızlık olarak görür ve kendi mükemmel insan düşüncesini barındıracak bir yarın umut eder. Paperno Tolstoy için en büyük zorluğun şimdiki zamanı yakalamak olduğunu anlatır:  “Gerçekten de günlüklerde şimdiki zaman ilk kez yarın olarak yer alır, bir önceki günün içindedir ve fiiller daha çok mastır halde kullanılır (okumak, yazmak vs.). Günün sonunda Tolstoy günlüğünü yazarken bugün çoktan geçmiş olmuştur, geçmiş zamanda anlatılır. Günlük değerlendirmeleri yeni bir yarın hayaliyle sona erer.”
1851 yılında 22 yaşındayken Tolstoy uzun vadeli yeni bir proje üzerinde çalışmaya başlar: Bir günün tüm olaylarını yazmak – dünün tarihini anlatmak.  Günlüğün bir uzantısı olan “Dünün Tarihi” bir deneye dönüşür: Zaman nedir öyleyse diye sorar Paperno: “ Tolstoy’un ‘Tarih’inde bir gün sabah başlar, bir önceki akşama doğru hızla ilerler ve tekrar geriye ilk sabaha doğru gelir. Zaman bir daire yaparak geriye doğru akar. Sonunda Tolstoy, dünün tarihini değil dünden önceki günün tarihini yazmış olur.”

Paperno, Tolstoy’un günlüklerinde ve “Dünün Tarihi”nde anlatı deneyleriyle ilerleyerek yepyeni keşifler yaptığına dikkat çeker: “Bugünün tarihinin olmadığını keşfetmişti. Tecrübelerle uyumlu kayıtlar olsa da şimdiki zaman yoktu. Tarih dünün tarihiydi.  Hatta, bir kişinin geçmişini yazmak ya da kendi geçmişini anlatmak sadece olayların oluş sırasına göre anlatılmasıyla değil bambaşka bir alanı da yazmakla olabilirdi: Kişinin iç dünyasını. İç dünyanın ortaya çıkarılması geçici kırılmaları da beraberinde getirmekteydi. İçeriden bir bakış açısıyla bir olay ya da bir eylemin ardında eşzamanlı gerçekleşen bir dizi başka bir süreç vardı. Bu başka bir keşfe yol açtı.”
Paperno böyle uzun uzun anlatıyor genç Tolstoy’un insan ruhunu keşfedişini, duyguları nasıl kağıda aktaracağını bilemeyişini, bocamalarını, her şeyi sorgulamasını. Bize de bu yazılara, notlara, kurallar listesine bakarak ne harika bir sonuç çıktığını düşünmek kalıyor:  "İnsanın duygularını aktarmak mümkün müdür" diye henüz 18 yaşında soran Tolstoy'un her yazdığı bunun nasıl mümkün olabileceğinin bir kanıtı sanki. Anna Karenina’da Anna’nın Vronski’yle tanıştığı Moskova’dan Petersburg’a dönerken trende aklını bir türlü toparlayamamasını, cama yapışan karlara bakarak geçirdiği zamanı Tolstoy’dan başka kim daha güzel anlatabilir gerçekten bilemiyorum.

Ya da yeni evli Levin’in mutluluğunu, evliliğe bakışını Tolstoy’dan başka kim bu şekilde tarif edebilir : “Mutluydu Levin; ama aile hayatına girince, her attığı adımda, bu mutluluğun kendi hayal ettiği mutluluktan bambaşka olduğunu görüyordu. Her attığı adımda, durgun bir gölde ufacık bir kayığın düzgün ve mutlu gidişini hayran hayran seyreden bir adamın, bu kayığa kendi bindikten sonra duyabileceğine benzer bir duyguya kapılıyordu. Bu kayıktaki yolculuğun öyle rahat rahat oturup kayığı kendi sürüklenişine bırakmaktan ibaret olmadığını, insanın, nereye doğru gittiğine dikkat etmesi, bunu bir an bile unutmaması da gerektiğini; ayaklarının altında su bulunduğunu, alışık olmayan avuçlarının gerçi kabaracağını, ama yine de kürek çekmesi gerektiğini; bu işin, dışarıdan bakılınca kolay gözüktüğünü ama yapmaya gelince hem çok tatlı hem de zo olduğunu görüyordu.” (Anna Karenina Çev: Hasan Ali Yücel.)
Paperno’nun anlatımıyla kitaptan ayrıntılara ekteki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: http://www.salon.com/2015/01/11/leo_tolstoys_theory_of_everything/

 -------------------------------------------------------------------------------------------

Tolstoy mu Dostoyevski mi? Seçmek zorunda mıyız?


Değiliz elbette; hatta tam tersi ömrümüzün sonuna kadar önce birini sonra diğerini okuyarak yaşasak harika olur mesela. "Klasikleri Yeniden Okuma Etkinlikleri" kapsamında geçen yıl Anna Karenina’yı okumayı başardım önce, bu yıl da Karamazov Kardeşleri. Her yaş dönümünde okunmalı bence klasikler, Tolstoy ve Dostoyevski daha sık da olabilir; zarar gelmez. İş Bankası Kültür Yayınları son zamanda en sık takip ettiğim yayınevi oldu ister istemez. Sevda Çalışkan’ın çevirisiyle yayımlanan George Steiner’ın ünlü kitabı “ Tolstoy mu Dostoyevski mi” aynı dönemde yaşamış bu iki büyük insanın eserleri üzerinden bambaşka dünyalar sunuyor. Princeton Üniversitesi’nden Rus Edebiyatı Profesörü Ellen Chances’ın dediği gibi seçmek zorunda değiliz: “Asıl sorulması gereken soru, 'Tolstoy ya da Dostoyevski okumakla ne öğrenirim' olmalı. İki yazar da beni hayatla ilgili bir şeyleri sorgulamaya teşvik ediyor. Ama sonuç olarak ikisi de hayatın kendisinin, sorgulamasını yapmaktan daha değerli olduğunu gösteriyor.”

 

25 Mart 2015 Çarşamba

2015 Man Booker Finalistleri Açıklandı. İyi Okumalar!

Kurmaca alanındaki başarıları nedeniyle yaşayan bir yazara verilen Man Booker Uluslararası Ödülü'nün 2015 finalistleri bugün Güney Afrika'da açıklandı.
İki yılda bir verilen ödüle, eserleri İngilizce yayımlanan veya İngilizce çevirileri yaygın olarak bulunabilen yazarlar aday gösteriliyor.

Bu yılki finalistlerden sadece Cesar Aira ve Laszlo Krasznahorkai'nin kitapları Türkçe'de mevcut ve ikisi de Can Yayınları'ndan yakın zamanda arka arkaya çıktı. Aira'nın "Flores Geceleri" ve "Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit" (Çev:Emrah İmge) kitaplarını  öneririm, Krasznahorkai ise ilk fırsatta okuyacağım yazarlar arasına girdi bile. Maitav Ghosh'un kitapları ise farklı yayınevlerinden farklı zamanlarda çıkmış ama tümü tükenmiş.
İnşallah diğerleriyle de en kısa sürede tanışırız.


Dünyanın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Man Booker'ın kazananı 19 Mayıs'ta Londra'da açıklanacak. Son on yılın kazananlarını merak ederseniz, onlar da şöyle: Lydia Davis (2013), Philip Roth (2011), Alice Munro (2009), Chinua Achebe (2007) ve Ismail Kadare (2005).

Yeni yazarlar keşfetmek için iyi bir kılavuz Man Booker. İyi okumalar....

2015'in 10 finalisti: 
  • César Aira (Arjantin)
  • Hoda Barakat (Lübnan)
  • Maryse Condé (Guadeloupe)
  • Mia Couto (Mozambik)
  • Amitav Ghosh (Hindistan)
  • Fanny Howe (ABD)
  • Ibrahim al-Koni (Libya)
  • László Krasznahorkai (Macaristan)
  • Alain Mabanckou (Kongo Cumhuriyeti)
  • Marlene van Niekerk (Güney Afrika)

21 Mart 2015 Cumartesi

Edebiyatta Tutulmalar

Bir gün rötarlı oldu ama dünkü güneş tutulması şerefine: Guardian gazetesinden "Edebiyatta Tutulmalar Testi."


http://www.theguardian.com/books/quiz/2015/mar/20/eclipse-literature-quiz





Güney Polonya, 20 Mart 2015
Jakub Porąbka
http://apod.nasa.gov/apod/astropix.html

Ayın Kitabı - İlban Ertem'in Puslu Kıtalar Atlası

Puslu Kıtalar Atlası...1990'lar Türkiye
sinde beni mutlu eden, kitabın her şeye iyi geldiğine bir kez daha inanmamı sağlayan sürprizlerden biriydi. İhsan Oktay Anar'ın kurduğu o dünya öylesine gerçek, resim gibi gözümün önündeydi ki, ne zaman canım sıkılsa o resmin içine dalmak, o dünyaya kaçıvermek gelirdi içimden. Kitabın o ilk sahnesinden, Galata Kulesi'nin tepesinden hikayeye dalar, sisler içinde limana giren kadırgayı gördüğüme yemin edebilirdim. Kahramanlarla birlikte Galata rıhtımındaki sandallarla akşamları gezindiğimi, karanlık dehlizlerde Ebrehe'yi aradığımı çok hatırlarım...Diyeceğim o ki, Puslu Kıtalar Atlası bir yana diğer her şey bir yanaydı benim için... Yalnız hikaye, dil değildi heyecanlandıran; sunduğu görselliği de beni esir almış, sadece benim olan bir hayal şehri yaratmıştı gözümün önünde.


İlban Ertem, İletişim Yayınları'ndan çıkan "Puslu Kıtalar Atlası" ile beni yine o hayali dünyaya götürmeyi, şahane çizimleriyle kafamdaki o resmi tamamlamayı başardı. Çok büyük bir emekle hazırlandığı her sayfasından belli olan kitap, resimli roman dünyasının en değerli eserlerinden olacak eminim. Çizimlerin güzelliği değil sadece beni heyecanlandıran, hikayenin anlatımı da o kadar iyi uyuşmuş ki o resimlerle, Ertem'in kafasındaki dünya  314 sayfalık bir görsel şölen olmuş.

İlban Ertem'in ellerine, emeğine sağlık.
İletişim Yayınları'ndan başta Levent Cantek olmak üzere kitabı yayına hazırlayan tüm ekibe de ayrıca teşekkürler. Çok zor bir işe soyunup başarıyla üstesinden gelmişler.




20 Mart 2015 Cuma

Hanımlarımızın Ciddiyetsiz İşleri


Bazen olur böyle. Görünce kıskandığın kitaplar vardır. Kurmaca kitaplardan bahsetmiyorum, onlar hep kıskanılır da, kurmaca-dışı kitaplarda da kıskançlık yaşıyorum ben bir süredir. Birkaç yıl önce Metis’ten çıkan Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın “Bildiğin Gibi Değil - Güneydoğu’da 90’larda Çocuk Olmak” böyle bir kitaptı mesela.  Adı üstünde, Türkiye’nin karanlık 90’larını o zamanın çocukları anlatıyor; doğal, olduğu gibi…  90’larda basında çalışmış biri olarak konuyla ilgili ne kadar kitap okumuş, tanıklık dinlemiş olsam da o dönem çocuk olanların neler yaşadığını, daha çok da neler hissettiğini merak eder, keşke yazılsa hikayeleri derdim.  
Bu aralar aklımda başka bir soru dolanıp duruyordu: Yazar, düşünür, aktivist Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının henüz CHP bile ortada yokken, Cumhuriyet ilan edilmemişken 15 Haziran 1923'te kurduğu, Türkiye’nin ilk siyasi partisi Kadınlar Halk Fırkası’na siyasete girme izni verilseydi acaba ne olurdu, neler değişirdi bu ülkede diye sık düşünür olmuştum.
İşte tam bu sırada yine beni kıskandıran bir kitapla karşılaştım: Aslı Davaz’ın İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Eşitsiz Kız Kardeşlik - Uluslararası ve Ortadoğu Kadın Hareketleri, 1935 Kongresi ve Türk Kadın Birliği” kitabı. 944 sayfalık bu kapsamlı incelemede sadece Türkiye’deki kadın hareketi değil uluslararası kadın hareketinin geçmişi, örgütlenme mücadelesi de detaylıca anlatılıyor ve İkinci Dünya Savaşı'nın ardından kurulan yeni dünya düzenine kadar inceleniyor. 
Ayşe Hür, Kadınlar Halk Fırkası’nı anlattığı Radikal’de yayınlanan 9 Aralık 2012 tarihli yazısında parti kurmak isteyen kadınlarla ilgili Cumhuriyet gazetesinin “Türkiye’nin hayatında çok mühim meseleler mevcut olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazdığını hatırlatır.  90 yılda ülkemizde kadına bakış pek değişmemiş olsa da hatırlamak bir gün bir şeyleri değiştirir muhakkak…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kadınlar Halk Fırkası ve Nezihe Muhiddin ile ilgili Metis ve İletişim’den yıllar önce çıkan bu kitaplar da başka güzeldi:
 “Kadınsız İnkılap” Yaprak Zihnioğlu - Metis Yayınları 2003
“Nezihe Muhittin ve Türk Kadını 1930 - Türk Feminizminin düşünsel kökenleri ve feminist tarih yazıcılığından bir örnek” Belma Ötüş-Baskett, Ayşegül Baykan - İletişim Yayınları 2009

 


Bir de Aslı Davaz’ın kitabından hemen sonra okumak için Zafer Toprak'ın yine aynı dönemi anlatan son kitabı var: “Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908 – 1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

 

 

19 Mart 2015 Perşembe

Günün Sürprizi - İhanet Yılları

Kadıköy İmge Sahaf'ta karşıma çıktı. Ülkü Tamer çevirisiyle Cem Yayınevi, 1975 baskısı: "İhanet Yılları - Amerika'ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi'nin Tutanakları".
Türkiye'de her dönem okunası bir kitap, hiç eskimiyor.
1947 - 1956 yılları arasını kapsayan tutanaklarda ifadesi alınmayan yok gibi: Edward Dmytryk, Ayn Rand, John Howard Lawson, Lillian Hellman, Gary Cooper, Elia Kazan, Bertolt Brecht, Arthur Miller...
Senatör Joseph R. McCarthy'nin Lincoln Günü nedeniyle 9 Şubat 1950'de West Virginia'da küçük bir kasabada bir grup Cumhuriyetçi kadına yaptığı konuşma, Amerikan siyasetini 50'lilerden itibaren   tamamen etkisi altına alacak olan yaklaşımın başlangıcı oldu. Konuşmasında Dışişleri Bakanlığı'nda  205 komünistin olduğunu söyleyen McCarthy kanıt olarak şöyle diyordu:"Komünist Parti üyesi olan Dışişleri Bakanlığı çalışanlarının isimlerini burada teker teker sayıp vakit harcayamam ama işte burada elimdeki listede Bakanlık tarafından bilinen ancak hala ülkemizin dış politikasını belirlemeye devam eden komünistlerin isimleri var." Cebinden çıkardığı kağıdı kalabalığa sallayan McCarthy, o listeyi hiçbir zaman gösteremedi ama komünistlerin sayısı dört günde 205'ten önce 4'e indi sonra 57'ye çıktı. 10 yıl içinde de ülkede ifade vermeyen aydın kalmadı.

Brecht'in bildirisinden, Einstein'ın mektubundan ve Miller'ın ifadesinden tadımlık niyetine:

"Amerikan halkı, kültür alanındaki düşünce alışverişinin kısıtlanmasına ya da özgür olması gereken sanata karışılmasına izin verirse çok şey yitirir.  Tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz. Öyle bir uygarlık çağındayız ki, varlık içinde yaşayabilecek insanlık yoksulluk çekiyor. Büyük savaşlar geçti başımızdan; söylendiğine göre gelecekte daha büyük savaşlar olacak. İnsanlık yeryüzünden silinip gidebilir. Bu dünyadaki son insanlar bizler olabiliriz.
İnsanoğlunun işini atın yapmaya başladığı çağlardan bu yana, üretim alanında büyük gelişmeler görülemedi. Her yeni düşüncenin dikkatle, özgürce incelenmesi gerektiğine sizler de inanmıyor musunuz? Sanat o düşünceleri daha da açıklığa kavuşturur, daha da soylu kılar." 30 Ekim 1947'de Komite'ye ifade veren Brecht'in okutulmayan bildirisinden.

"Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu durum son derece ciddidir. Gerici politikacılar, bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra, şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma ve kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir.
Aydınlar azınlığı, buna karşı ne yapmalıdır? Gandi'nin yolunu izlemek, onlarla işbirliği etmemek doğru olur kanısındayım. Yanıklık etmek için çağrılanlar, Komitenin önüne çıkmamalı, gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar." Albert Einstein'ın 12 Haziran 1953'te New York Times'ta yayımlanan mektubundan.

"Özgürlüklere sınır çizmeye başlanırsa sonu gelmez bunun. Dengeyi halkın sağduyusu sağlayabilir ancak. Sınırsız özgürlükten yanayım; edebiyata baskı, çok kötü sonuçlar doğurabilir. Sovyetler Birliği'nde yirmi beş yıldır bir tek değerli eser yazılamadı." Arthur Miller'ın, 21 Haziran 1956'da Komite'deki konuşmasından.

Kitabı karıştırırken tam da aynı dönemde Türkiye'deki komünizm karşıtlığını ve Soğuk Savaş ideolojisinin Türkiye düşünce dünyasına etkilerini kapsamlı şekilde ele alan Cangül Örnek'in "Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı - Antikomünizm ve Amerikan Etkisi" (Can Yayınları) adlı kitabıyla karşılaştım. Türk Sosyal Bilimler Derneği "Genç Sosyal Bilimciler" ödülünü kazanan çalışmanın yazarı Örnek, Maltepe Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler dersi veriyor. Arka arkaya okununca düşünce dünyanız ne olur bilmiyorum ama toplumsal belleğe iyi geleceği kesin.

Ellinin İki Tonu

 
Legosever dostum Ali Nesli Gökhan'dan şahane bir tasarım...

 

17 Mart 2015 Salı

Peki siz ne bekliyorsunuz bir romancıdan?


"Çok basit bir şey: Bana öyle bir atmosfer kursun ki, söylediği her şeye inanayım. Bana öyle bir dille  anlatsın ki, ben o dili özleyeyim ve yeniden sesini duymak için, o kitaba döneyim."
Murathan Mungan
10 Nisan 2011 / Hürriyet – Ayşe Arman Röportajı

“Hayali insanları, hayali gezegenlere daha farklı nasıl yaşayabileceğimizi öğrenmek için gönderiyorum.”

Pulitzer ödüllü yazar Michael Cunnigham’ın, Ursula Le Guin ile yazı, özgürlükler ve edebi türlerin sınırları üzerine yaptığı söyleşi şahane. Elim deymişken çevireyim dedim.


Michael Cunningham: Yazarlar her zaman, tanım gereği bir tarihi dönem içinde yazarlar; o dönem daha ilerde bir tarihte isimlendirilse de… Viktoryenlerin kendilerini Viktoryen olarak tanımladıklarını düşünmüyorum. Tamam Modernistler kendilerinin modernist olduğunu düşünüyordu ama yine de… Bazen bugün acaba hangi dönemde olduğumuzu merak ederim. Ben şahsen “post modernizm”i pek tatmin edici bulmam. Aklımda bir isim olmasa da – bu konuda tarihe güveniyorum -  bu dönemin en öne çıkan yönünün “genişleme” (broadening) olduğunu düşünüyorum.  Hikayeler anlatmaya kimin yetkili olduğu, hangi hikayelerin anlatılmaya değer olduğu ve hikaye anlatıcıları arasında kimlerin ciddiye alındığı konusunda çok daha geniş bir ortak görüş olması anlamında  “genişleme”yi kullanıyorum. “Genişlemeyi” sadece ırk ve cinsiyet anlamında değil, ama uzun süredir “tür” edebiyatı olarak etiketlenmesi açısından da düşünüyorum. Bugün yazılan en yaratıcı,  derinlikli ve güzel edebiyat eserlerinin bazılarının kitapçılarda “bilim kurgu“ bölümü altında bulunduğu kanısındayım. Bu bölüm muhtemelen, nasıl diyorlar; “ana akım edebiyat” bölümüne göre çok daha harika kitaplara sahip. Bu konudan bahsedebilir misiniz? Edebi türler arasındaki sınırları yıkmak ve genelde Barnes& Noble’ın ön masasında yer alan kitaplar hakkında? Bu özellikle benim için önemli; okurları çoğu zaman “tür” edebiyatı bariyerini aşmaları yönünde ikna etmeye çalışıyorum ama iyi eğitimli, bilgili ağızlardan bile şaşırtıcı derecede sık; “ben bilim kurgu okumam” gibi bir cümle duyuyorum.

Ursula K. Le Guin: Benim daha önce söylediklerimin çoğunu siz de dile getirdiniz. Ve bunların, ünü belli, eserleri bir “tür” içinde olmayan ama yine de edebi kurmaca olarak anılan bir isimden gelmesi beni memnun etti. Tabii bu devam eden bir sorun: “edebiyat “ ile “tür” arasındaki keyfi ayrımın sürmesi, her kurmaca parçanın bir türe veya birçok türe ait olduğunun kabullenilmemesi… 

Bilim kurgu ile gerçekçi kurgu, korku ile fantezi, aşk ile esrar arasında çok sayıda gerçek farklılık var. Onları yazarken, okurken, eleştirirken farklılıklar var. Yaşasın farklılıklar! Onlar her bir türe kendi lezzetini, zevkini veren, okur - ve yazar için özel ilgi yaratan şeyler… Ancak bir türün karakteristik özellikleri, kontrol edildiği, sistematikleştirildiği ve yayıncılar ya da editörler ya da eleştirmenler tarafından ısrarla vurgulandığı zaman imkan yerine engel haline geliyor.
Satılabilirlik, tekrarlanabilirlik, beklenebilirlik kalitenin yerini alıyor.
Edebi bir form, bozuluyor ve bir formül oluyor… “Hack writers” dediğimiz para karşılığı kalitesiz, ucuz romanlar yazanlar zırva bir fabrikanın üretim hattına giriyorlar. Hollywood bu saçmalığı yutup sonra da kusuyor ve ‘tür’, kısa bir süre sonra en küçük ortak paydasıyla değerlendiriliyor. Ve biz de 1940’lardan yüzyıl başına kadar şöyle bir durumla karşı karşıya kalmıştık: ‘Tür’, yararlı bir tanımlayıcı olarak değil olumsuz bir yargı, bir ret olarak algılanmaktaydı.  “Türler” tümden yok sayılmış ve eleştiriyi ve eğitimi elinde tutanlar tarafından sadece gerçekçi kurgu edebiyat olarak tanımlanır olmuştu. Realizm tabii ki de çok muazzam ve harika, çok geniş bir edebi tür ve kurguya 1880’den ve daha öncesinden bu yana hükmediyor. Ancak egemen olmak, üstünlükle aynı şey değil. Fantezi, realizm kadar engin ve daha eski – aslında edebiyatın kendisiyle yaşıt, ancak fantezi elli ya da altmış yıl çocuk yuvasına sürgün edilmişti. 
Bu aralar, bağnaz realistlerin kralı Edmund Wilson’ın “Ohh, o korkunç Orklar!” şeklindeki ciyaklamalarını ve çok zeki ve mantıklı bir noktaya değindiğini düşünmesini hatırlamak hoşuma gidiyor.
Gördüğünüz gibi yıllarca süren tür-karşıtı bağnazlığın bazı yaralarını ve dargınlığını taşıyorum üzerimde. Gerçekçilik, sihirli gerçekçilik, bilim kurgu, farklı türlerde fantezi, tarihi kurgu, gençlik edebiyatı, alegori ve diğer alt türler etrafında özgürce hareket eden benim kendi kurgumun çoğunluğu ‘tür’ tanımına giremiyor ve hepsi ya bilim kurgu çöp sepetine atılıyor ya da çocuk okuması – alt edebiyat olarak etiketleniyor.
Ve etiketler yapışır. Sizin de söylediğiniz gibi birçok insan hala türler konusunda önyargılıdır. Ben hala, nazikçe, çocuklarının benim kitaplarımdan zevk aldığını söyleyen- tabii kendilerinin asla okumadığı annelere ya da o ‘uzay gemisi şeyleri’ni okumadıklarını bildiğimden emin olmak isteyen insanlara rastlıyorum. Hayır, hayır onlar edebiyat okurlar – gerçekçilik; “Yardımcı Kadın” ya da “Grinin Elli Tonu” gibi…
Ancak uzun yıllar çekiçle vurduğum duvarlar şimdi yıkıldı. Onlar artık moloz. Sizin yaşananlarla ilgili kullandığınız “genişleme” kelimesini sevdim. Ben de “post modern”  tanımının gerçekten zayıf bir ifade olduğunu düşünüyorum.  Ama sanırım bugün içinde bulunduğumuz yeni durum ile ilgili bir etiket de istemiyorum. Etiketler kafeslere dönüşüyor. Michael Chabon, Kij Johnson ve David Mitchell ve Jo Walton gibi isimlerin – hepsinden çok, Jose Saramago’nun edebiyat dünyasında vals yaparak güzel hikayelerini kurgulamak için farklı yazın türlerinden parçalar kullanmasını, o dayanılmaz anlatıları için sınıflandırılamayan formlar bulmasını görmeye bayılıyorum.

Jorge Luis Borges ve Italo Calvino gibi büyük gerçeküstücülerin ya da ‘Korkunç Orklar’ın yazarının ve benim Berkeley’den sınıf arkadaşım Philip K. Dick gibi o ‘uzay gemisi şeyleri’nin tuhaf bazı yazarlarının edebi şöhretinin hala yerinde ya da yükselişte olduğunu görmek harika. Yaşasın devrim!

MC: Samuel Delany’nin eseri için “Yeni bir cinsiyet hayal ederek ve ortaya çıkan cinsel eğilim ile hikaye okuyucuların uzaklaştırıcı mesafeyi koruyarak gerçek dünya üzerine düşünmelerini sağlamaktadır” diye yazılmıştı. Söz konusu hikaye “Aye and Gomorrah“ ancak bu Delany’nin diğer çalışmaları için de söylenebilir ve kesinlikle sizin bazı eserleriniz için de; Karanlığın Sol Eli de (Ayrıntı Yayınları – Çev: Ümit Altuğ) buna dahil.
Siz cinsiyeti yeniden hayal ederken kurguda, özel olarak doğruluk iddiasının avantajlarına odaklanma ihtiyacı duymuyorsunuz, tabii ki de bu enteresan olabilirdi.  Eğer isterseniz biraz da yazar kendini “doğal” dünya diyeceğim Dünya’dan, onun olağan düzeninden, geleneğinden, vatandaşlarından soyutladığı zaman karşısına çıkan diğer özgürlüklerden bahsedelim.

UKLG: Sanırım Delaney belki de bilim kurgunun karakteristik davranışı olan Darko Suvin’in “kavramsal yabancılaşma” kavramını kullanıyor: Okura eski dünyaya bakabileceği yeni bir yer veriyor.  Ya da Suvin’in söylediği gibi kendi başının arkasını görebileceği bir ayna.  Stendhal, o aksi realist, romanlarının gerçeği yansıtan “yol kenarındaki ayna” olduğunu söyleyerek övünürdü.  Ancak böyle bir ayna size, dünyayı ya da kendinizi, bilimkurgu gibi, sizin daha önce görmediğiniz bir bakış açısından gösteremez.
Hatırlamamız gereken şey, ayna ne kadar egzotik, fütürist ya da uzaylı görünürse görünsün aslında siz kendi dünyanıza ve kendinize bakıyorsunuzdur. Ciddi bilimkurgu, gerçekçi romanlar kadar -hatta bazen daha fazla- gerçek dünya ve insanlar hakkındadır.
Sonuçta hayal gücü sadece gerçekte yer alabilir ve onu yeniden birleştirir. Biz Tanrı değiliz, bizim kelimelerimiz dünya değil. Ama aklımız, onlarla oynayarak dünya hakkında çok şey öğrenebilir ve hayal gücü kurgu içinde sonsuz bir oyun alanı bulur.
60’larda birçoğumuz için özellikle kadınlar ve eşcinseller için “cinsiyet”in tam olarak neden ibaret olduğunu daha iyi anlama çabası önem kazandı. “O Tarzan, ben Jane“ artık pek yeterli değildi.
Bilimkurgu aynası bana  (ve Theodore Sturgeon, ve Samuel Delaney, Vonda McIntyre, Joanna Russ, ve daha birçoklarına) tüm bu şeye farklı bir açıdan bakabilme imkanı sundu.”Kavramsal yabancılaşma” size yeni kavrayışlar geliştirmenize, daha geniş bir anlayışa sahip olabilmenize yardımcı olabilir. Ve bu da, sizin de belirttiğiniz gibi yazara, istenen özgürlüğü sunar: Benim için, bizim dünyamızdan kaçış ya da serbestlik değildir. Benim dünyam hikayelerimi yaratabileceğim, sahip olduğum tek dünya, insanlarım bildiğim tek insanlar. Ancak dünyalar ve insanlar yaratarak sahip olduklarımızı yeniden birleştirip onlarla oynayabilir, bunun yerine böyle olsa nasıl olurdu diye sorabilirim – Hiç kimsenin tek bir cinsiyeti olmasaydı ne olurdu, Gethen gezegenindeki gibi?  Evlilikler iki kişi ve bir çift yerine, dört kişi ve homoseksüel ve heteroseksüel çiftlerden oluşsaydı, o gezegendeki gibi ne olurdu? Eğer bir dünyada hiç kimse savaş istemiyorsa, o dünyadaki günlük hayat ve insanlar bizimkinden nasıl, ne yönden farklı olurdu?
Benim bilimkurgumun çoğu bu yönden antropolojiktir.  Babam Kaliforniya’nın yerlilerinden, Kaliforniya’da bugünkü yerleşimden çok farklı bir şekilde yaşanacağını öğrenen bir etnologtu.
Ben hayali insanları, hayali gezegenlere, daha farklı nasıl yaşayabileceğimizi öğrenmek için gönderiyorum.  Gezegenimizde giderek artan şekilde yıkıcı ve akılsızca yaşadığımız için de bu bilgiyi edinebilmek için aciliyet de hissediyorum.

MC: Bilimkurgu, spekülatif kurgu ve fantazi arasındaki farklılıklar hala ilginizi çekiyor mu? Geçmişte onlardan bahsettiğiniz söyleşilerinizi okudum ve bu alanda şu anki görüşünüzü öğrenmeyi çok isterim; tabii eğer bu konuda artık özel bir endişeniz yoksa o ayrı…

UKLG: Evet durum tam da bu Michael. Uzun yıllar bu ayrımlarla ilgili tepkimi dile getirme ihtiyacı hissettim – gerçek ve yararlı olanların – değer yargıları olarak kötüye kullanıldıklarını belirttim.  Şimdi onlarla ilgili bu yargılayıcı yaklaşım sona eriyor ve bu harika. Artık endişe etmeme gerek yok.

MC: Ben ‘Beceri İçin Kurgu Okumak’ başlıklı bir lisans dersi veriyorum ve sizin “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” (Gülün Günlüğü, Ayrıntı Y. Çev. Ümit Altuğ) adlı kısa hikayeniz başından beri müfredatta. Bu hikayeyi öğrencilerim ve ben sömestr başlarında “Kurallar” adını verdiğim sınıf toplantısında tartışırız. Sömestr boyunca onlara sürekli hiçbir kuralın olmadığını hatırlatırım; en iyi ihtimalle kurgu yazarları için bazı zamanlarda işe yaradığı anlaşılan birkaç genel prensip vardır; tamam belki bazen de daha fazla işe yararlar. Sizin hikayeniz onlara bir yazarın genel prensiplerden de ne kadar uzaklaşabileceğini ve buna rağmen ne kadar dikkat çekici, sürükleyici ve etkileyici bir hikaye üretebileceğini gösteren bir örnek sunar. Umarım bunu söylemem sizi rahatsız etmez: “Omelas” her dönem her öğrenci için her zaman en popüler hikayelerden biri olmuştur.
Bu hikayenin birçok yönünü tartışırız; Bunlar içinde öne çıkan ise sanırım “yazara özgü iyi davranış” diye adlandıracağım olguyu göz ardı etmesidir. Okura doğrudan sesleniyorsunuz.  Okura hikayenin bir icat olduğunu hatırlatıyor ve yazarın okurları en çok neyin etkileyeceğini bulmaya çalıştığını söylüyorsunuz; – ki bu çabanın gizlendiği varsayılmasına rağmen.  
Siz ana karakterlerden kaçınıyorsunuz ve hikaye gerçek bir ahlaki ikilem sunuyor,  az çok çözümsüz bir ikilem; genelde yazarların görünürde felsefi ve politik olarak en azından nötr olmaları varsayılır. Ya da daha çok yıkıcı şekilde felsefi ve politik olmaları; karakterlerin ve olayların ardındaki düşünceyi saklamak için.
Bu hikayeden bahseder misiniz?  Nasıl oluşturdunuz, geliştirdiniz, bitirdikten sonra Ortodoks geleneklere  karşıtlığına ilişkin endişeleriniz oldu mu?

UKLG: Dürüst olmak gerekirse gelenekler beni, sıradan bir tavşanı ne kadar ilgilendiriyorsa o kadar ilgilendirir. Ben sadece beni istediğim yere götüren kuralları takip ederim. Eğer kural yoksa kendi kurallarımı koyarım (ve onlara sıkıca uyarım).
Eleştirmen ve okur beklentisinin çok dışında olduğunu düşünüp endişe ettiğim iki kitabım, Karanlığın Sol Eli - tamamen yanlış düşünmüşüm, başından itibaren uçtu gitti- ve Lavinia (Metis Y. Çev: Gürol Koca) -Kısmen haklıymışım, ne yapalım, yine de okurlarını bulduğunu düşünüyorum.  Ancak Omelas için endişelendiğimi hatırlamıyorum.
Onu yazarken tüm teamüllere meydan okumaktan,  kendini gizleyen yazarın mezarı üzerinde metakurgusal danslar yapmaktan keyif aldım.  Kitabı o zamanki menejerim,  Kapital’i  Çay Partili kongre üyesine satmış olan Virginia Kidd’e gönderdim. Hemen satışa sundu ve o zamandan beri de sürekli yeni baskıları yapılıyor.
Çok çeşitli alanlarda eğitim veren öğretmenler- edebiyat, felsefe, sosyoloji, ekonomi-  kitabı sohbet açıcı olarak kullanıyor.  Kitap ürkütücü bir ahlaki soru soruyor (William James ve Dostoyevski’nin de sorduğu ve doğrudan toplumumuzla ilgili olan) ve kesin bir yanıt içermiyor.
Bu bazı öğrencileri o kadar öfkelendiriyor, mutsuz ediyor ve tatminsiz bırakıyor ki bundan şikayet etmek istiyorlar ve diğer öğrenciler de onlara açıklamaya başlıyor…
 “Yazara özgü iyi davranış - Writerly good behavior” güzel bir ifade. 1947’de şimdi Harvard’a dahil olan Radcliffe’e girdiğim yılı hatırlatıyor. Kolejin müdürü biz kızlara, zarif yaşamayı öğrenmek için orada olduğumuzu söylemişti.
Evet, ahh. Bir grup, çılgın, kaba, tutkulu, ergen, dişi entelektüel, Harvard’ın sunduğu her şeyi öğrenmeye aç – ve biz orada iyi davranışı mı öğrenecektik? Zarafeti? Nasıl güzel bir masa hazırlanır ve çay servisi yapılır?
Çok şükür Harvard bize süper bir eğitim verdi, bazımıza en azından, ne zaman ve nasıl masayı ve çayı ters çevirebileceğimizi ve nedenini öğrenmeye başlamamız konusunda donanım sağladı.  

MC: Sizinle söyleşi yapan birinin sormasını istediğiniz ama henüz sormadığı bir soru var mı?

UKLG: Birinin bana romanlarımda ve şiirlerimde insanların, insan olmayanların göreceli önemi konusunda bir soru sorduğunu hatırlamıyorum. Örneğin, hayvanların ve ağaçların hikayelerimdeki geniş yeri ile ilgili… Romanlar, insan ilişkilerinden oluşur ama ben çoğu kez bu ilişkileri diğer yaratıkları da, ormanları, ejderhaları ve fareleri de kapsayacak şekilde genişletirim. Benim şiirlerimde bolca jeoloji vardır – kayalar. İnsan odaklı evrenden rahatlıkla uzaklaşabilen biriyim. Belki de ondan kaçmak hoşuma gidiyordur değil mi? Bilemiyorum…