Pulitzer
ödüllü yazar Michael Cunnigham’ın, Ursula Le Guin ile yazı, özgürlükler ve edebi
türlerin sınırları üzerine yaptığı söyleşi şahane. Elim deymişken çevireyim
dedim.

Michael
Cunningham: Yazarlar her zaman, tanım gereği bir tarihi dönem içinde yazarlar;
o dönem daha ilerde bir tarihte isimlendirilse de… Viktoryenlerin kendilerini
Viktoryen olarak tanımladıklarını düşünmüyorum. Tamam Modernistler kendilerinin
modernist olduğunu düşünüyordu ama yine de… Bazen bugün acaba hangi dönemde
olduğumuzu merak ederim. Ben şahsen “post modernizm”i pek tatmin edici bulmam. Aklımda
bir isim olmasa da – bu konuda tarihe güveniyorum - bu dönemin en öne çıkan yönünün “genişleme” (broadening)
olduğunu düşünüyorum. Hikayeler
anlatmaya kimin yetkili olduğu, hangi hikayelerin anlatılmaya değer olduğu ve
hikaye anlatıcıları arasında kimlerin ciddiye alındığı konusunda çok daha geniş
bir ortak görüş olması anlamında “genişleme”yi kullanıyorum. “Genişlemeyi”
sadece ırk ve cinsiyet anlamında değil, ama uzun süredir “tür” edebiyatı olarak
etiketlenmesi açısından da düşünüyorum. Bugün yazılan en yaratıcı, derinlikli ve güzel edebiyat eserlerinin
bazılarının kitapçılarda “bilim kurgu“ bölümü altında bulunduğu kanısındayım. Bu
bölüm muhtemelen, nasıl diyorlar; “ana akım edebiyat” bölümüne göre çok daha
harika kitaplara sahip. Bu konudan bahsedebilir misiniz? Edebi türler arasındaki
sınırları yıkmak ve genelde Barnes& Noble’ın ön masasında yer alan kitaplar
hakkında? Bu özellikle benim için önemli; okurları
çoğu zaman “tür” edebiyatı bariyerini aşmaları yönünde ikna etmeye çalışıyorum
ama iyi eğitimli, bilgili ağızlardan bile şaşırtıcı derecede sık; “ben bilim kurgu
okumam” gibi bir cümle duyuyorum.
Ursula
K. Le Guin:
Benim daha önce söylediklerimin çoğunu siz de dile getirdiniz. Ve bunların, ünü
belli, eserleri bir “tür” içinde olmayan ama yine de edebi kurmaca olarak
anılan bir isimden gelmesi beni memnun etti. Tabii bu devam eden bir sorun:
“edebiyat “ ile “tür” arasındaki keyfi ayrımın sürmesi, her kurmaca parçanın
bir türe veya birçok türe ait olduğunun kabullenilmemesi…
Bilim
kurgu ile gerçekçi kurgu, korku ile fantezi, aşk ile esrar arasında çok sayıda gerçek
farklılık var. Onları yazarken, okurken, eleştirirken farklılıklar var. Yaşasın
farklılıklar! Onlar her bir türe kendi lezzetini, zevkini veren, okur - ve
yazar için özel ilgi yaratan şeyler… Ancak bir türün karakteristik özellikleri,
kontrol edildiği, sistematikleştirildiği ve yayıncılar ya da editörler ya da
eleştirmenler tarafından ısrarla vurgulandığı zaman imkan yerine engel haline
geliyor.
Satılabilirlik,
tekrarlanabilirlik, beklenebilirlik kalitenin yerini alıyor.
Edebi
bir form, bozuluyor ve bir formül oluyor… “Hack writers” dediğimiz para karşılığı
kalitesiz, ucuz romanlar yazanlar zırva bir fabrikanın üretim hattına
giriyorlar. Hollywood bu saçmalığı yutup sonra da kusuyor ve ‘tür’, kısa bir
süre sonra en küçük ortak paydasıyla değerlendiriliyor. Ve biz de 1940’lardan
yüzyıl başına kadar şöyle bir durumla karşı karşıya kalmıştık: ‘Tür’, yararlı
bir tanımlayıcı olarak değil olumsuz bir yargı, bir ret olarak
algılanmaktaydı. “Türler” tümden yok
sayılmış ve eleştiriyi ve eğitimi elinde tutanlar tarafından sadece gerçekçi
kurgu edebiyat olarak tanımlanır olmuştu. Realizm tabii ki de çok muazzam ve
harika, çok geniş bir edebi tür ve kurguya 1880’den ve daha öncesinden bu yana
hükmediyor. Ancak egemen olmak, üstünlükle aynı şey değil. Fantezi, realizm
kadar engin ve daha eski – aslında edebiyatın kendisiyle yaşıt, ancak fantezi
elli ya da altmış yıl çocuk yuvasına sürgün edilmişti.
Bu
aralar, bağnaz realistlerin kralı Edmund Wilson’ın “Ohh, o korkunç Orklar!”
şeklindeki ciyaklamalarını ve çok zeki ve mantıklı bir noktaya değindiğini
düşünmesini hatırlamak hoşuma gidiyor.
Gördüğünüz
gibi yıllarca süren tür-karşıtı bağnazlığın bazı yaralarını ve dargınlığını
taşıyorum üzerimde. Gerçekçilik, sihirli gerçekçilik, bilim kurgu, farklı
türlerde fantezi, tarihi kurgu, gençlik edebiyatı, alegori ve diğer alt türler
etrafında özgürce hareket eden benim kendi kurgumun çoğunluğu ‘tür’ tanımına
giremiyor ve hepsi ya bilim kurgu çöp sepetine atılıyor ya da çocuk okuması –
alt edebiyat olarak etiketleniyor.
Ve
etiketler yapışır. Sizin de söylediğiniz gibi birçok insan hala türler
konusunda önyargılıdır. Ben hala, nazikçe, çocuklarının benim kitaplarımdan
zevk aldığını söyleyen- tabii kendilerinin asla okumadığı annelere ya da o ‘uzay
gemisi şeyleri’ni okumadıklarını bildiğimden emin olmak isteyen insanlara
rastlıyorum. Hayır, hayır onlar edebiyat okurlar – gerçekçilik; “Yardımcı
Kadın” ya da “Grinin Elli Tonu” gibi…
Ancak
uzun yıllar çekiçle vurduğum duvarlar şimdi yıkıldı. Onlar artık moloz. Sizin
yaşananlarla ilgili kullandığınız “genişleme” kelimesini sevdim. Ben de “post
modern” tanımının gerçekten zayıf bir
ifade olduğunu düşünüyorum. Ama sanırım
bugün içinde bulunduğumuz yeni durum ile ilgili bir etiket de istemiyorum.
Etiketler kafeslere dönüşüyor. Michael Chabon, Kij Johnson ve David Mitchell ve
Jo Walton gibi isimlerin – hepsinden çok, Jose Saramago’nun edebiyat dünyasında
vals yaparak güzel hikayelerini kurgulamak için farklı yazın türlerinden
parçalar kullanmasını, o dayanılmaz anlatıları için sınıflandırılamayan formlar
bulmasını görmeye bayılıyorum.
Jorge
Luis Borges ve Italo Calvino gibi büyük gerçeküstücülerin ya da ‘Korkunç Orklar’ın
yazarının ve benim Berkeley’den sınıf arkadaşım Philip K. Dick gibi o ‘uzay gemisi
şeyleri’nin tuhaf bazı yazarlarının edebi şöhretinin hala yerinde ya da
yükselişte olduğunu görmek harika. Yaşasın devrim!
MC:
Samuel Delany’nin eseri için “Yeni bir cinsiyet hayal ederek ve ortaya çıkan cinsel
eğilim ile hikaye okuyucuların uzaklaştırıcı mesafeyi koruyarak gerçek dünya
üzerine düşünmelerini sağlamaktadır” diye yazılmıştı. Söz konusu hikaye “Aye
and Gomorrah“ ancak bu Delany’nin diğer çalışmaları için de söylenebilir ve
kesinlikle sizin bazı eserleriniz için de; Karanlığın Sol Eli de (Ayrıntı
Yayınları – Çev: Ümit Altuğ) buna dahil.
Siz
cinsiyeti yeniden hayal ederken kurguda, özel olarak doğruluk iddiasının
avantajlarına odaklanma ihtiyacı duymuyorsunuz, tabii ki de bu enteresan
olabilirdi. Eğer isterseniz biraz da
yazar kendini “doğal” dünya diyeceğim Dünya’dan, onun olağan düzeninden,
geleneğinden, vatandaşlarından soyutladığı zaman karşısına çıkan diğer
özgürlüklerden bahsedelim.
UKLG: Sanırım Delaney
belki de bilim kurgunun karakteristik davranışı olan Darko Suvin’in “kavramsal
yabancılaşma” kavramını kullanıyor: Okura eski dünyaya bakabileceği yeni bir
yer veriyor. Ya da Suvin’in söylediği
gibi kendi başının arkasını görebileceği bir ayna. Stendhal, o aksi realist, romanlarının gerçeği
yansıtan “yol kenarındaki ayna” olduğunu söyleyerek övünürdü. Ancak böyle bir ayna size, dünyayı ya da
kendinizi, bilimkurgu gibi, sizin daha önce görmediğiniz bir bakış açısından
gösteremez.
Hatırlamamız
gereken şey, ayna ne kadar egzotik, fütürist ya da uzaylı görünürse görünsün
aslında siz kendi dünyanıza ve kendinize bakıyorsunuzdur. Ciddi bilimkurgu,
gerçekçi romanlar kadar -hatta bazen daha fazla- gerçek dünya ve insanlar
hakkındadır.
Sonuçta
hayal gücü sadece gerçekte yer alabilir ve onu yeniden birleştirir. Biz Tanrı
değiliz, bizim kelimelerimiz dünya değil. Ama aklımız, onlarla oynayarak dünya
hakkında çok şey öğrenebilir ve hayal gücü kurgu içinde sonsuz bir oyun alanı
bulur.
60’larda
birçoğumuz için özellikle kadınlar ve eşcinseller için “cinsiyet”in tam olarak
neden ibaret olduğunu daha iyi anlama çabası önem kazandı. “O Tarzan, ben Jane“
artık pek yeterli değildi.
Bilimkurgu
aynası bana (ve Theodore Sturgeon, ve Samuel
Delaney, Vonda McIntyre, Joanna Russ, ve daha birçoklarına) tüm bu şeye farklı
bir açıdan bakabilme imkanı sundu.”Kavramsal yabancılaşma” size yeni
kavrayışlar geliştirmenize, daha geniş bir anlayışa sahip olabilmenize yardımcı
olabilir. Ve
bu da, sizin de belirttiğiniz gibi yazara, istenen özgürlüğü sunar: Benim için,
bizim dünyamızdan kaçış ya da serbestlik değildir. Benim dünyam hikayelerimi
yaratabileceğim, sahip olduğum tek dünya, insanlarım bildiğim tek insanlar.
Ancak dünyalar ve insanlar yaratarak sahip olduklarımızı yeniden birleştirip
onlarla oynayabilir, bunun yerine böyle olsa nasıl olurdu diye sorabilirim –
Hiç kimsenin tek bir cinsiyeti olmasaydı ne olurdu, Gethen gezegenindeki
gibi? Evlilikler iki kişi ve bir çift
yerine, dört kişi ve homoseksüel ve heteroseksüel çiftlerden oluşsaydı, o
gezegendeki gibi ne olurdu? Eğer bir dünyada hiç kimse savaş istemiyorsa, o
dünyadaki günlük hayat ve insanlar bizimkinden nasıl, ne yönden farklı olurdu?
Benim
bilimkurgumun çoğu bu yönden antropolojiktir. Babam Kaliforniya’nın yerlilerinden, Kaliforniya’da
bugünkü yerleşimden çok farklı bir şekilde yaşanacağını öğrenen bir etnologtu.
Ben
hayali insanları, hayali gezegenlere, daha farklı nasıl yaşayabileceğimizi
öğrenmek için gönderiyorum.
Gezegenimizde giderek artan şekilde yıkıcı ve akılsızca yaşadığımız için
de bu bilgiyi edinebilmek için aciliyet de hissediyorum.
MC: Bilimkurgu, spekülatif kurgu ve fantazi arasındaki farklılıklar
hala ilginizi çekiyor mu? Geçmişte onlardan bahsettiğiniz söyleşilerinizi
okudum ve bu alanda şu anki görüşünüzü öğrenmeyi çok isterim; tabii eğer bu
konuda artık özel bir endişeniz yoksa o ayrı…
UKLG: Evet durum tam
da bu Michael. Uzun yıllar bu ayrımlarla ilgili tepkimi dile getirme ihtiyacı
hissettim – gerçek ve yararlı olanların – değer yargıları olarak kötüye kullanıldıklarını
belirttim. Şimdi onlarla ilgili bu
yargılayıcı yaklaşım sona eriyor ve bu harika. Artık endişe etmeme gerek yok.
MC: Ben ‘Beceri İçin Kurgu Okumak’ başlıklı bir lisans dersi
veriyorum ve sizin “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” (Gülün Günlüğü, Ayrıntı Y. Çev.
Ümit Altuğ) adlı kısa hikayeniz başından beri müfredatta. Bu hikayeyi
öğrencilerim ve ben sömestr başlarında “Kurallar” adını verdiğim sınıf
toplantısında tartışırız. Sömestr boyunca onlara sürekli hiçbir
kuralın olmadığını hatırlatırım; en iyi ihtimalle kurgu yazarları için bazı
zamanlarda işe yaradığı anlaşılan birkaç genel prensip vardır; tamam belki
bazen de daha fazla işe yararlar. Sizin hikayeniz onlara bir yazarın genel
prensiplerden de ne kadar uzaklaşabileceğini ve buna rağmen ne kadar dikkat
çekici, sürükleyici ve etkileyici bir hikaye üretebileceğini gösteren bir örnek
sunar. Umarım bunu söylemem sizi rahatsız etmez: “Omelas” her dönem her öğrenci
için her zaman en popüler hikayelerden biri olmuştur.
Bu hikayenin birçok yönünü tartışırız;
Bunlar içinde öne çıkan ise sanırım “yazara özgü iyi davranış” diye
adlandıracağım olguyu göz ardı etmesidir. Okura doğrudan sesleniyorsunuz. Okura hikayenin bir icat olduğunu hatırlatıyor
ve yazarın okurları en çok neyin etkileyeceğini bulmaya çalıştığını
söylüyorsunuz; – ki bu çabanın gizlendiği varsayılmasına rağmen.
Siz ana karakterlerden kaçınıyorsunuz
ve hikaye gerçek bir ahlaki ikilem sunuyor,
az çok çözümsüz bir ikilem; genelde yazarların görünürde felsefi ve
politik olarak en azından nötr olmaları varsayılır. Ya da daha çok yıkıcı
şekilde felsefi ve politik olmaları; karakterlerin ve olayların ardındaki
düşünceyi saklamak için.
Bu hikayeden bahseder misiniz? Nasıl oluşturdunuz, geliştirdiniz, bitirdikten
sonra Ortodoks geleneklere karşıtlığına ilişkin endişeleriniz oldu mu?
UKLG: Dürüst olmak
gerekirse gelenekler beni, sıradan bir tavşanı ne kadar ilgilendiriyorsa o
kadar ilgilendirir. Ben sadece beni istediğim yere götüren kuralları takip
ederim. Eğer kural yoksa kendi kurallarımı koyarım (ve onlara sıkıca uyarım).
Eleştirmen
ve okur beklentisinin çok dışında olduğunu düşünüp endişe ettiğim iki kitabım,
Karanlığın Sol Eli - tamamen yanlış düşünmüşüm, başından itibaren uçtu gitti-
ve Lavinia (Metis Y. Çev: Gürol Koca) -Kısmen haklıymışım, ne yapalım,
yine de okurlarını bulduğunu düşünüyorum. Ancak Omelas için endişelendiğimi
hatırlamıyorum.
Onu
yazarken tüm teamüllere meydan okumaktan,
kendini gizleyen yazarın mezarı üzerinde metakurgusal danslar yapmaktan
keyif aldım. Kitabı o zamanki menejerim,
Kapital’i Çay Partili kongre üyesine satmış olan Virginia
Kidd’e gönderdim. Hemen satışa sundu ve o zamandan beri de sürekli yeni
baskıları yapılıyor.
Çok
çeşitli alanlarda eğitim veren öğretmenler- edebiyat, felsefe, sosyoloji,
ekonomi- kitabı sohbet açıcı olarak
kullanıyor. Kitap ürkütücü bir ahlaki
soru soruyor (William James ve Dostoyevski’nin de sorduğu ve doğrudan toplumumuzla
ilgili olan) ve kesin bir yanıt içermiyor.
Bu
bazı öğrencileri o kadar öfkelendiriyor, mutsuz ediyor ve tatminsiz bırakıyor
ki bundan şikayet etmek istiyorlar ve diğer öğrenciler de onlara açıklamaya
başlıyor…
“Yazara özgü iyi davranış - Writerly good
behavior” güzel bir ifade. 1947’de şimdi Harvard’a dahil olan Radcliffe’e
girdiğim yılı hatırlatıyor. Kolejin müdürü biz kızlara, zarif yaşamayı öğrenmek
için orada olduğumuzu söylemişti.
Evet,
ahh. Bir grup, çılgın, kaba, tutkulu, ergen, dişi entelektüel, Harvard’ın
sunduğu her şeyi öğrenmeye aç – ve biz orada iyi davranışı mı öğrenecektik?
Zarafeti? Nasıl güzel bir masa hazırlanır ve çay servisi yapılır?
Çok
şükür Harvard bize süper bir eğitim verdi, bazımıza en azından, ne zaman ve nasıl
masayı ve çayı ters çevirebileceğimizi ve nedenini öğrenmeye başlamamız
konusunda donanım sağladı.
MC: Sizinle söyleşi yapan birinin sormasını istediğiniz ama
henüz sormadığı bir soru var mı?
UKLG: Birinin bana
romanlarımda ve şiirlerimde insanların, insan olmayanların göreceli önemi
konusunda bir soru sorduğunu hatırlamıyorum. Örneğin, hayvanların ve ağaçların
hikayelerimdeki geniş yeri ile ilgili… Romanlar, insan ilişkilerinden oluşur
ama ben çoğu kez bu ilişkileri diğer yaratıkları da, ormanları, ejderhaları ve
fareleri de kapsayacak şekilde genişletirim. Benim şiirlerimde bolca jeoloji
vardır – kayalar. İnsan odaklı evrenden rahatlıkla uzaklaşabilen biriyim. Belki
de ondan kaçmak hoşuma gidiyordur değil mi? Bilemiyorum…