saçlaracildedudaklaraellerebacaklarayorgunluğaaçlığastreseuykusuzluğahalsizliğesoğukalgınlığınakalpağrısınabaşdönmesineöfkeyeçaresizliğekorkuyayalnızlığakıskançlığakırgınlığaözlemeakıltutulmasınaaşkainsana
11 Ekim 2015 Pazar
8 Ağustos 2015 Cumartesi
"Mavi Huydur Bende"

İki aydır elim gitmedi; okumayı becerdim zor da olsa ama yazamadım. Oysa anlatacaklarım vardı, yeni keşifler, kitaplar... Olmadı.
Emrah Serbes,"Her gün çocukların öldürüldüğü bu ülkede ne yazabilirim" deyip bıraktı yazmayı bu arada.
Bugün Edip Cansever'in doğum günü. Onun için yazmak istedim sadece. Onun dizeleriyle yazmak daha doğrusu...
"Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi..." (Mendilimde Kan Sesleri)
9 Haziran 2015 Salı
Memleketimden İnsan Manzaraları
Nikbinlik şöyle başlar:
"Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler göreceğiz..."
Bu satırlar beni o zaman o kadar etkilemişti ki Türkçe dersinde yazdığım her kompozisyonun başlığını "Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar" koyduğumu hatırlıyorum.
"Memleketimden İnsan Manzaraları"nın açılışında yer alan Galip Usta ise başka bir şeydi... Kitabın tamamını çok sonra okusam da Haydarpaşa Garı'ndaki o ilk sahne tek plan çekilmiş bir film karesi gibi aklımdan hiç çıkmadı.
Açık Radyo ile Boğaziçi Üniversitesi Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi,
Memleketimden İnsan Manzaraları’nın yazılışının yetmişinci yıldönümünü kutlamak için “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor” başlığıyla ortak bir proje yürütüyor, hayat-ı hakikiye hikâyeleri biriktiriyorlar şu sıralar.
Nazım Hikmet'in 1941 yılının yine bir haziran gününde Bursa Hapishanesi'nde yazmaya başladığı, 18000 dizeyle 540 sayfadan ulaşan, içinde 180 civarında karakterin bulunduğu ve edebiyatımızın en hayranlık uyandıran metinlerinden biri olan Memleketimden İnsan Manzaraları'yla yeniden buluşmak ya da tanışmak için güzel bir zaman.


Kitapta bir de sürpriz varmış tamamen unuttuğum: Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye Destanı yeniden çıkıyor karşınıza. Biraz farklı ama belki de böyle çok daha güzel. Üstelik destanda yer alan iki karakteri de getirip tren vagonlarının içine oturtmuş Nazım.

Tekrar okumalı Memleketimden İnsan Manzaraları’nı ya da hemen tanışmalı onunla. Nazım Hikmet’in istediği gibi birbirimizin aynasından memleketin topyekun sosyal manzarasına bakabilmek için okumalı; onun kelimeleriyle söylemek gerekirse “insan dostluğunda şüpheden ve emirden üstün bir an” olabileceğini hatırlamak ve “elektrik ampulü gibi, cereyan alırsa ışık veren insan yüreğini” daha iyi anlamak için okumalı.
Bu da bu yazının bonusu olsun. İyi okumalar!
Memleketimden İnsan Manzaraları - Birinci Kitap
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
diye düşündü
16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
diye düşündü
21 yaşındayken.
«İşsiz kalırsam«diye düşündü
22 yaşında. «İşsiz kalırsam» diye düşündü
23 yaşında. «işsiz kalırsam» diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
«babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
diye düşünüyor
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
28 Mayıs 2015 Perşembe
Gezi ve Kitaplar
Hiçbir yere benzemeyen bu ülkenin yakın tarihindeki en büyük sürprizdi Gezi.
Bir başka sürpriz de kitapların hiç olmadığı kadar göz önünde olmasıydı.
Gezi deyince aklımızda bu fotoğraflar da kaldı...


Gezi'yi anlatan kitaplardan iki favorim:
Müge İplikçi'nin Gezi Parkındaki gençlerle yaptığı söyleşiler "Biz Orada Mutluyduk" (Doğan Kitap).
Gazeteci Gözüyle Direniş: 21 Foto Muhabirinden Gezi Fotoğrafları
(Kırmızı Kedi).
Bir başka sürpriz de kitapların hiç olmadığı kadar göz önünde olmasıydı.
Gezi deyince aklımızda bu fotoğraflar da kaldı...


Gezi'yi anlatan kitaplardan iki favorim:
Müge İplikçi'nin Gezi Parkındaki gençlerle yaptığı söyleşiler "Biz Orada Mutluyduk" (Doğan Kitap).
Gazeteci Gözüyle Direniş: 21 Foto Muhabirinden Gezi Fotoğrafları
(Kırmızı Kedi).
20 Mayıs 2015 Çarşamba
2015 Man Booker Ödülü Laszlo Krasznahorkai'nin



Dere bulup oturmak bu devirde bizim memlekette biraz zor olduğu için bence yayımlanmış iki kitabıyla başlayabiliriz keşfetmeye. İyi okumalar.
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Julian Barnes: Yeniden ve Daima

O benim için çağdaş edebiyatın en güçlü kalemlerinden biri. Kelimeleri çok özenle seçiyor, çok güzel bir araya getiriyor, çok güzel anlatıyor... Hiçbir şey fazla değil gibi onun yazılarında, her şey olması gerektiği kadar. Böylece, hikayenin duygusu da farketmeden içinize işleyiveriyor. Denemelerinin tadı ise bambaşka, samimi, komik, ufuk açıcı... Sanki karşınızda saatlerce konuşsa, ne anlatırsa anlatsın hep dinleyebileceğiniz biri gibi.

Daha önce pek çok kitabında ünlü ressamların tablolarına değinmiş olsa da Barnes ilk kez resim sanatı üzerine böylesine kapsamlı bir çalışma sunuyor bize ve kendi deyimiyle "50 yıldır resme bakan bir meraklının biriktirdiklerini" paylaşıyor.
![]() |
Gustave Moreau Müzesi - Paris |
BBC'deki röportajında çocukluğunda görsel sanatlara özel bir ilgisi olmadığını, ara sıra zorla ailesiyle resim galerilerine gittiğini anlatan Barnes'ın hayatı Paris'te öğrencilik yıllarında tesadüfen uğradığı Fransız sembolist ressam Gustave Moreau'nun müzesinde değişmiş. Orada başına geleni öyle samimi anlatıyor ki siz de sanki onun yaşadığı "aydınlanmayı" hissediyorsunuz. "Daha önce hiç Moreau resmi görmemiştim ve onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum" diyor Barnes, "Resimlerinden ne anlam çıkarmam gerektiğinden de emin değildim. Belki de bu gizem çekti beni, ya da Moreau'ya hayran oldum çünkü kimse olmamı söylememişti. Ama ilk kez bilinçli olarak resimlere bakmaya başlamam kesinlikle burada oldu."
Kitap, genç bir insanın sadece ve sessizce resimlere bakarak büyümesinin hikayesi gibi: "Braque'ın dediği gibi, ideal durum bir resmin önünde hiçbir şey söylemeden durmamızdır" diyor Barnes. "Oysa biz bunu gerçekleştirmekten çok uzağız. Olayları anlatmayı seven, düşünceleri olan, tartışan uslanmaz birer sözel yaratığız." Bir resmin önünde yarım saat, bir saat sessizce oturabildiğini anlatan Barnes, resimlerle ilgili hiçbir yazıyı da okumuyormuş, sadece kendisine hissettirdiklerini düşünüyormuş...
Kitapta resim sanatında ismini duyduğunuz herkes ve daha fazlası var: Barnes bazen etkilendiği bir resmi anlatırken edebiyata uzanıyor, bazen ressam - doğa ilişkisini irdeliyor, iç mekan ve dış mekan ressamlarını tatlı tatlı anlatıyor, bazen de isimsiz tablolar üzerine, benim şimdiye kadar hiç aklıma bile gelmeyen yorumlarda bulunuyor. Okudukça siz de Cezanne'ın elmalarının sadece elma olmadığını, Virgina Woolf'un dediği gibi "baktıkça ağırlaştığını" ya da Manet'nin barında keşfedecek ne çok şey gizlendiğini anlayıveriyorsunuz.
![]() |
Paul Cezanne - Natürmort, Yedi Elma |
![]() |
Edouard Manet - Folies-Bergere'de Bir Bar |
Aceleye getirilmeden, sindire sindire okunacak bir kitap bu. İnşallah diğer kitapları gibi en kısa sürede Türkçe'ye de çevrilir.
13 Mayıs 2015 Çarşamba
12 Mayıs 2015 Salı
12 Eylül'ü Okumak
Siyasetin bolca konuşulduğu bir ailede büyüdüm. Bu nedenle 1970'lerden bu yana Türkiye'nin önemli siyasi olayları yaşanırken tam olarak nerede, ne yaptığımı bile hatırlarım çoğu zaman. Mesela 1 Şubat 1979'da giyinmiş, bir "ev gezmesi"ne çıkmak üzereyken televizyonda akşam haberlerinde Abdi İpekçi'nin vurulduğunu öğrendiğimde, oturma odasında sırtım duvara dönük ayakta duruyordum. Çok iyi hatırlıyorum çünkü annemle babam televizyonun karşısındaki koltuğa oturup kalmış şaşkınlıkla siyah beyaz ekrana bakıyordu. Ya da cinayeti işleyen Mehmet Ali Ağca 25 Haziran 1979'da yakalandığında da nerede olduğumu hatırlıyorum: Kuşadası'nda çok sevdiğim bir otelde kahvaltı masasında.
Hatırlıyorum çünkü Türkiye'yle ilgili her şey bolca ve son derece doğal bir şekilde konuşulurdu aramızda. Bir insanın büyürken hafızasında kalan bu kısa anlarla ne yapacağı, bu anlık görüntüleri ekleye ekleye nereye varacağı o gün bilinmese de, siyasi kimlik böyle oluşuyormuş sanırım. Çok sonra anladım.
12 Eylül'de 11 yaşındaydım. Bir cuma sabahıydı. Gün televizyon başında başladı ama sokağa çıkma yasağı nedeniyle annemle babam işe gidemediği için bir pazar günü gibi devam etti benim için; bahçede oyun oynayarak geçti.
O gün çabuk geçti ama ilk kez ekranda gördüğüm o adam evimizden uzun yıllar hiç çıkmadı. O dönemle ilgili resimler değil sadece hatırladıklarım. Yıllar geçtikçe 12 Eylül dönemine ait duygularımı, düşüncelerimi de çok net hatırlamaya başladım: 80 Anayasası oylanırken zarfların oylar görünecek şekilde incecik basılmasına inanamamıştım mesela, çok öfkelenmiştim çocuk aklımla.
Ya da 1987'de Avrupa'daki Türk imamlarının maaşlarının Suudi Arabistan merkezli Rabıta örgütü tarafından ödendiği ortaya çıktığında, bu kararnameyi imzalayan Kenan Evren'in kendini savunmak için televizyonda saatlerce konuştuğu gece, salonda turuncu halı üzerinde otururken, bu kadar 'komik' bir başka savunma olamayacağını düşünmüştüm. O gün yaptığı konuşma, puan verip aralarında yarıştırdığım tüm Evren konuşmaları içinde favorim olmuştu bir anda.
Bugün devlet töreniyle cenazesi kaldırılan Kenan Evren ve 12 Eylül dönemiyle ilgili bence en samimi ve gerçekçi tanımlamayı Murat Belge yapmış Tuba Çandar'la söyleşisinde. Aydın olarak o dönem 12 Eylül'ün gelişini göremediklerini anlatırken Belge şöyle der Evren için: "...O gün gördüğümüz Türkiye'nin 12 Eylül ve Kenan Evren'i hak edecek kadar müptezel olduğunu düşünmüyorduk. Sanki biraz daha iler tutar tarafı olan bir toplumdu. Dolayısıyla da Kenan Evren kadar ortalama bir kişilikle toplumu ezmeyi başaracak bir darbe tahayyül edemiyorduk yani. Daha satanik, daha diyabolik, zeki bir şey olur diye bekliyorduk. Halbuki lazım değilmiş Türkiye'ye, onlar daha iyi biliyorlar neyin lazım olduğunu." (Murat Belge, Bir Hayat - Tuba Çandar, Doğan Kitap).

12 Eylül dönemini ilk gençlik yıllarımda bana en iyi anlatan kitaplardan bir Hasan Cemal'in "Tank Sesiyle Uyanmak" kitabı olmuştu. Bazen alaya alan bir dille, bazen tanıklıkların ağırlığıyla sakince anlatır o dönemi Hasan Cemal. Onun bu anlatımıyla aslında o dönemde yaşanan her şeyin ne kadar absürd olduğunu, sanki sürreal bir Bunuel filmi gibi göründüğünü, bugün kitabı yeniden karıştırınca, uzaktan bakarken çok net görürsünüz ama kayıpları geri getiremez, yaralı yürekleri iyileştiremezsiniz maalesef.

Başka 12 Eylül okumaları için aklıma ilk gelenler: Uğur Mumcu'nun "12 Eylül Adaleti" (UM:AG Araştırmacı Gacetecilik Vakfı Y.), Mehmet Ali Birand'ın "12 Eylül Saat 04.00"ü, Oral Çalışlar'ın "Liderler Hapishanesi" (Everest Y.)
Daha yeniler arasında ise Haşim
Akman'ın "30 Yıldır 12 Eylül - Yaşayanlar Anlatıyor" (Doğan Kitap) ve Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı'nın hazırladığı "Keşke Bir Öpüp Koklasaydım" (Ayrıntı Y.) kitapları.
Benim yeniler arasında iki de favorim var: 12 Eylül'ün öncesi ve sonrasını da kapsayacak şekilde, Türkiye'nin son 50 yıllık tarihini daha geniş bir perspektiften bakarak anlatan Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın'ın "1960'tan Günümüze Türkiye Tarihi" (İletişim Y.) kitabı ve 12 Eylül'e giden süreci inanılmaz fotoğraflarla anlatan foto muhabiri Kadir Can'ın "12 Eylül 1980 Akıl Tutulması" (Boyut Y.)


12 Eylül döneminde yasaklanan kitaplar var tabii, uzun bir liste. Onlar da bir başka yazı konusu olur artık.
![]() |
Fotoğraf - Kadir Can |
![]() |
Fotoğraf: Kadir Can |
O gün çabuk geçti ama ilk kez ekranda gördüğüm o adam evimizden uzun yıllar hiç çıkmadı. O dönemle ilgili resimler değil sadece hatırladıklarım. Yıllar geçtikçe 12 Eylül dönemine ait duygularımı, düşüncelerimi de çok net hatırlamaya başladım: 80 Anayasası oylanırken zarfların oylar görünecek şekilde incecik basılmasına inanamamıştım mesela, çok öfkelenmiştim çocuk aklımla.

Bugün devlet töreniyle cenazesi kaldırılan Kenan Evren ve 12 Eylül dönemiyle ilgili bence en samimi ve gerçekçi tanımlamayı Murat Belge yapmış Tuba Çandar'la söyleşisinde. Aydın olarak o dönem 12 Eylül'ün gelişini göremediklerini anlatırken Belge şöyle der Evren için: "...O gün gördüğümüz Türkiye'nin 12 Eylül ve Kenan Evren'i hak edecek kadar müptezel olduğunu düşünmüyorduk. Sanki biraz daha iler tutar tarafı olan bir toplumdu. Dolayısıyla da Kenan Evren kadar ortalama bir kişilikle toplumu ezmeyi başaracak bir darbe tahayyül edemiyorduk yani. Daha satanik, daha diyabolik, zeki bir şey olur diye bekliyorduk. Halbuki lazım değilmiş Türkiye'ye, onlar daha iyi biliyorlar neyin lazım olduğunu." (Murat Belge, Bir Hayat - Tuba Çandar, Doğan Kitap).

12 Eylül dönemini ilk gençlik yıllarımda bana en iyi anlatan kitaplardan bir Hasan Cemal'in "Tank Sesiyle Uyanmak" kitabı olmuştu. Bazen alaya alan bir dille, bazen tanıklıkların ağırlığıyla sakince anlatır o dönemi Hasan Cemal. Onun bu anlatımıyla aslında o dönemde yaşanan her şeyin ne kadar absürd olduğunu, sanki sürreal bir Bunuel filmi gibi göründüğünü, bugün kitabı yeniden karıştırınca, uzaktan bakarken çok net görürsünüz ama kayıpları geri getiremez, yaralı yürekleri iyileştiremezsiniz maalesef.


Daha yeniler arasında ise Haşim

Benim yeniler arasında iki de favorim var: 12 Eylül'ün öncesi ve sonrasını da kapsayacak şekilde, Türkiye'nin son 50 yıllık tarihini daha geniş bir perspektiften bakarak anlatan Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın'ın "1960'tan Günümüze Türkiye Tarihi" (İletişim Y.) kitabı ve 12 Eylül'e giden süreci inanılmaz fotoğraflarla anlatan foto muhabiri Kadir Can'ın "12 Eylül 1980 Akıl Tutulması" (Boyut Y.)


12 Eylül döneminde yasaklanan kitaplar var tabii, uzun bir liste. Onlar da bir başka yazı konusu olur artık.
8 Mayıs 2015 Cuma
cummings olmak

Dünyanın enteresan bir yer olduğunu farketmeye başladığım ortaokul yıllarında tanışmıştım kendisiyle ve 'bu iyi bir şey mi' hala sorarım kendime. O benim için, yeni yeni hakim olmaya başladığım bir dilde sözcükleri daha önce hiç görmediğim şekilde kullanan, satırlar arasında istediği gibi koşup oynayan, büyük harfleri sevmeyen, hele o küçük i ile harikalar yaratan, oyunbaz bir adamdı. Şiiri sadece yapısıyla değil duygusuyla da beni şaşırtır, onun şiirlerini her okuyuşumda (bugün bile) hep bir tebessüm gelip yerleşirdi yüzüme. Yıllar geçti ama Bay Cummings'e olan hayranlığım hiç geçmedi. Onun hayatıyla ilgili bu heyecan verici kitaba rastlayınca da kendime o yaşlarda ne kadar doğru bir arkadaş seçtiğimi daha iyi anladım.
Kitap tıpkı onun şiirleri gibi; sıcak, samimi, renkli, üstelik resimli!
İsmi de onun kelimeleri sanki: Enormous Smallness: A Story of E.E. Cummings, Brooklyn'li şair Matthew Burgess'in Cummings'in hayatını Kris Di Giacomo'nun çizimleriyle anlattığı bir güzelleme adeta. Kitabın ismi, küçücük bir kelimesi bile muazzam bir anlam taşıyan şiirlerini çağrıştırıyor.
Üstelik resme büyük ilgisi olan ve bir zamanlar kendini "resimlerin yazarı, sözcüklerin tasarımcısı" olarak tanımlayan birinin hayat hikayesini anlatmak için de ideal bir araç
.
Hikaye Cummings'in e.e. olarak bilindiği ve hayatının son dört yılını geçirdiği New York'taki evinde başlıyor ama Burgess çok uzatmadan okuru geriye götürüyor ve küçük Estlin'le tanıştırarak biyografik bir dedektif hikayesinin içine sokuyor.
Edward Estlin'in nasıl e.e. olduğunu, Cambridge'den Manhattan'a niçin gittiğini ve fillerin, ağaçların, kuşların onun için anlamını, hayatı boyunca nasıl kendisine eşlik ettiğini anlatıyor.

Genç Estlin'in ilk şiirinin henüz üç yaşındayken ağzından çıkıverdiğini öğreniyorsunuz mesela.

11 yaşındayken içindeki cevheri farkeden öğretmeni onu yazması için yüreklendiriyor ve Estlin, 'kendine dürüst olduğun sürece her şeyin mümkün olduğunu, dünya alem 'dur' dese de asla vazgeçmemesi gerektiğini' öğreniyor.
Ona destek olan sadece öğretmeni olmuyor: Annesi, doğaçlama okuduğu şiirleri "Estlin'in Orijinal Şiirleri" başlığıyla küçük bir kitapta topluyor, babası yerde dizlerinin üzerinde, oğlunun ilham perisi güçlü fili canlandırarak onun oyunlarına eşlik ediyor, amcası ise şiirin nasıl yazıldığını anlatan bir kitap hediye ediyor ve Estlin bu itici güçle Harvard'a kadar gidiyor.

Orada John Keats'in kelimeleriyle tanışan şairimiz için bu, yaratıcılığını ve cesaretini güçlendiren bir buluşma oluyor.
Mezuniyetten sonra New York'a yerleşen, aşık olan, hayatı fazla normal yaşayan Estlin, 1. Dünya Savaşı başladığında kendini bambaşka bir yerde buluyor. Fransa'da gönüllü ambulans şoförlüğü yaparken casus suçlamasıyla yanlışlıkla aylarca hapis yatıyor.
Savaştan sonra yaşadıklarını "The Enormous Room" adlı kitabında anlatan Edward Estlin Cummings, bu kitapla birlikte e.e. cummings olarak yeniden doğuyor.


Ben de sevdiğim e.e.cummings şiirlerini ekleyeyim buraya dedim ama seçemedim tabii en çok hangilerini sevdiğimi. 'En çok sevilen' olamıyor onun şiirlerinde. Ben de mecburen ilk aklıma gelenleri ekledim sadece: Woody Allen'ın "Hannah ve Kızkardeşleri" filminde aniden karşınıza çıkan şiiri bunların ilki. Diğerleri ise lazım olunca kullandığım gizli reçetelerim...
somewhere i have never travelled, gladly beyond
somewhere i have never travelled, gladly beyond
any experience,your eyes have their silence:

or which i cannot touch because they are too near
your slightest look easily will unclose me
though i have closed myself as fingers,
you open always petal by petal myself as Spring opens
(touching skilfully,mysteriously)her first rose
or if your wish be to close me, i and
my life will shut very beautifully ,suddenly,
as when the heart of this flower imagines
the snow carefully everywhere descending;
nothing which we are to perceive in this world equals
the power of your intense fragility:whose texture
compels me with the color of its countries,
rendering death and forever with each breathing
(i do not know what it is about you that closes
and opens;only something in me understands
the voice of your eyes is deeper than all roses)
nobody,not even the rain,has such small hands
let’s live suddenly without thinking
under honest trees,
a stream
does.the brain of cleverly-crinkling
-water pursues the angry dream
of the shore. By midnight,
a moon
scratches the skin of the organised hills
an edged nothing begins to prune
let’s live like the light that kills
and let’s as silence,
because Whirl’s after all:
(after me)love,and after you.
I occasionally feel vague how
vague idon’t know tenuous Now-
spears and The Then-arrows making do
our mouths something red,something tall
Who Knows If The Moons
who knows if the moon’s
a baloon,coming out of a keen city
in the sky—filled with pretty people?
(and if you and i should
get into it,if they
should take me and take you into their baloon,
why then
we’d go up higher with all the pretty people
than houses and steeples and clouds:
go sailing
away and away sailing into a keen
city which nobody’s ever visited,where
always
it’s
Spring)and everyone’s
in love and flowers pick themselves.
I Like My Body When It's With Your
i like my body when it is with your
body. It is so quite new a thing.
Muscles better and nerves more.
i like your body. i like what it does,
i like its hows. i like to feel the spine
of your body and its bones,and the trembling
-firm-smooth ness and which i will
again and again and again
kiss, i like kissing this and that of you,
i like, slowly stroking the,shocking fuzz
of your electric furr,and what-is-it comes
over parting flesh….And eyes big love-crumbs,
and possibly i like the thrill
of under me you so quite new
-------

Meraklısına, Susan Cheever'ın Cummings biyografisini de şiddetle öneririm.
7 Mayıs 2015 Perşembe
Gece Yürüyenler

----
“Şehirler, kediler gibidir, kendilerini
gece ele verirler” demiş şair Rupert Brooke. Güneş battıktan sonra bambaşka bir
kimliğe bürünen şehirlerin özellikle de büyük şehirlerin sırları da gece
görünür çoğu kez. Hatta tuhaf bir çekiciliği vardır karanlığın.

Bu huzursuz ruhlar, bazen uykuyu yakalamak,
bazen yeni bir konu arayışıyla, çoğu kez de kendilerini bulmak için
arşınlamışlar Londra sokaklarını ve “gece yürüyenler”in her biri, şehrin unutulmuş
ya da göz ardı edilmiş gerçeklerini en cüretkar şekilde açığa çıkaran rehberler
olmuş. Her bir yürüyüşle şehir, toplumda görülen derin ayrılıkların sürekli mücadele
ettiği bir sahne olarak çıkıyor karşınıza: İşle zevki buluşturan da sokak olmuş, varlıklıyla
çaresizi karşılaştıran da.
BBC radyodaki röportajında gece yürüyen
birinin daha önce hiç fark etmediği ayrıntıları yakalayabildiğine dikkat çeken
Beaumont, metinlere yansıyan ortak konunun şehrin yoksul ve çaresizleri olduğunu, gece karanlığında
bu insanların topluma dair bize bambaşka şeyler söylediğini anlatıyor. Şehrin gece cinsiyet ayrımını, sınıf
kutuplaşmasını da gözler önüne serdiğini söyleyen yazar, “Özellikle gece
hayatının yavaş yavaş başladığı 18. yüzyılda, sosyal farklılıklar bu ölü
saatlerde çok net görülüyordu” diyor: "Kumardan ya da balodan dönen
aristokratlar 24 saat yaşamın başladığı sokaklarda yoksullarla, fahişelerle bu
sokaklarda karşılaşıyordu. Onlar sabaha
karşı yataklarına girerken, işçiler fabrikada çalışmak için sokağa çıkıyordu. İki
sınıfın ilk karşılaşması bu saatlerde oluyordu."
Kitaptaki yazarların hepsi şahane
isimler olduğu için, sadece sosyolojik gözlemler değil, onlarla ilgili ufak
dedikodular da itiraf etmeliyim ki, çok çekici. Dickens’ın kapıyı çekip gitmesi
karısından uzak kalmak içinmiş meğer. Boşanma arifesinde araları bozukken
başını dinlemek için uzun yürüyüşlere çıkarmış Dickens. Sonrasını biliyoruz
zaten: İki Şehrin Hikayesi ya da Büyük Umutlar olabilir mesela. Kitabı okurken,
karakter ustası bu ünlü gözlemcinin sokaktan nasıl beslendiğini de görüyorsunuz.
William Blake’in şehrin kalbindeki karanlığı nasıl dile getirdiğini ya da afyon
bağımlısı de Quincey’in kendini kaybedişlerini daha iyi anlıyorsunuz.
Kitap Türkçe’ye çevrilir mi bilmem ama
benzer bir çalışma keşke bizim edebiyat dünyamızda da yapılsa. Kim bilir neler
çıkar İstanbul sokaklarından…
Yazarla röportajı dinlemek için: http://www.historyextra.com/podcast/victorians/amazing-inventions-and-london-after-dark?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+HistoryExtraPodcast+%28History+Extra+podcast%29&utm_content=FeedBurner
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Galeano'ya Gecikmiş Bir Veda

Bu büyük bilgenin evdeki bütün kitaplarını başucuma alalı çok olmuştu ama artık orada kalıcı bir yer açtım hepsine. Ölümünden beri de dönüp dönüp okuyorum. İyi geliyor.
İsmini çok sevdiğim "Kucaklaşmanın Kitabı"nda Galeano o büyülü anlatımıyla okurun ve yazarın işlevini öyle güzel özetlemiş ki buraya almasam yazık olacaktı. Dayanamadım onun ağzından yazdım ben de:
Okurun İşlevi / 1
Lucia Pelaez küçücük bir çocukken yorganının altında gizlice bir roman okumuştu. Geceleri bölük pörçük okudu romanı, yastığının altına saklayarak. Bu kitabı, amcasının gözde kitaplarını koyduğu, sedir ağacından yapılma raftan çalmıştı.
Yıllar yılları kovaladıkça Lucia çok gezdi, uzak yerlere gitti.
Hayaletlerin peşine düşerek Antioquia Irmağının taşlarından geçti ve insanların peşinde, şiddet dolu büyük kentlerin sokaklarını dolaştı.
Lucia çok uzun yollara gitti ve gezilerinde ona her zaman , çocukluğunda gözleriyle duymuş olduğu o ırak seslerin, yankılarının yankıları arkadaşlık etti.
Lucia o romanı bir daha hiç okumadı. Şimdi görse tanıyamaz. bu kitap onun içinde öylesine dal budak saldı ki başka bir şeye dönüştü artık: onun oldu.
Yazarın İşlevi / 2
![]() |
Resim:Eduardo Galeano |
Derken Julio Vélez, José Manuel Castanon'la tanıştı ve bu saygı gösterilerinin hepsi önemini yitirir gibi oldu.
José Manuel Castanon, İspanyol İçsavaşına yüzbaşı olarak katılmıştı. Franco'nun saflarında dövüşürken bir elini yitirmiş, bir sürü nişan almıştı.
Savaşın hemen sonrasında yüzbaşının eline, bir raslantıyla,yasak bir kitap geçti. Yüzbaşı kitaba bir göz attı, bir satır okudu, bir satır daha ve kitabı elinden bırakamaz oldu. Yüzbaşı Castanon, zafer kazanmış olan ordunun bu kahramanı, o gece sabaha kadar büyülenmiş gibi oturdu. Ertesi sabah ordudan istifa etti ve Franco hükümetinden bir kuruş daha almamakta direndi.
Sonradan onu hapse attılar, sonra da sürgüne yolladılar.
(Kucaklaşmanın Kitabı - Can Y. Türkçesi: Nihal Yeğinobalı)
İyi okumalar!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)